ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

20 Aralık 2008 Cumartesi

LÜTFEN DİKKAT



Son zamanlarda sağlık için spor yapmak çok moda(!)

Sağlığın modası mı olur demeyin. Oluyor işte.
Hatırlarsanız bir zamanlar abd de Jane Fonda ile aerobik salgını başlamıştı. Bilir bilmez herkes Jane Fonda ile hoplayıp zıplıyordu.
Neden peki? Fazla kilolardan kurtulmak için.

Aslında burada abd medyası konuyu çok güzel(!) kullandı.
Görsellik insanları çok etkiler. Televizyonda Jane Fondayı görüp onun yaptığı hareketleri yapmaya çalışanlar kendilerini onun yerinde görmeye başlıyorlardı. Sanki aynı hareketleri yapınca O olacaklardı.
Yanıldıklarını ( yanıltıldıklarını) anlamaları çok sürmedi. Bu arada Jane fonda milyonlarına milyon kattı ama O olmak isteyenler küçüklü büyüklü sakatlıklarıyla baş başa kaldılar.

Daha sonraki yıllarda gene abd de koşmak moda oldu. Eşofmanını kapan kendini yollara attı.
Sonuçta jogging denilen bu salgın yasaklandı. Çünkü bilir bilmez yapılan bu aktivite çok fazla kişide, kalça diz eklemlerinde ciddi sorunlara neden olmuştu.

Şimdi de pilates modası aldı başını gidiyor.
Gene televizyonlarının karşısında O olmak isteyen bir çok hanım kendilerini sakatlamakla meşgul.

Önceki yazılarımda insan iç güdüsünün yaşamaya şartlanmış olduğundan ve hareket etmek üzere programlanmış bir bedene sahip olduğundan söz etmiştim. Bedenimizi korumak için de aynı içgüdümüz bizi korumakla görevlidir aynı zamanda.

Ama ne yazık ki sonradan öğrenilen yanlış düşünce kalıplarıyla bu iç güdümüzün bize gönderdiği uyarı sinyallerini algılayamaz olduk. Yani doğamızdan uzaklaştık.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, nasıl ilaç reklamları yasak ise televizyonlardan ve cdler yolu ile yapılan bu tip beden çalıştırma yöntemleri de yasaklanmalı.
Çünkü,insanlar alışık olmadıkları bir hareketi yaparken doğru mu yanlış mı yaptıklarını hissedemezler. Bu tip çalışmalar mutlaka bir gözetmen eşliğinde yapılmalıdır.

Buna örnek olarak biz balerinleri gösterebiliriz. Bizler on yıllık eğitim sürecinden ve yıllarca profesyonel olarak bale yaptığımız halde bale yapmayı bilmiyoruz mu da sürekli bir eğitmenin gözetiminde çalışıyoruz?
Veya sporcular, spor yapmayı bilmiyorlar mı da sürekli bir çalıştırıcı ile çalışıyorlar?

İşte bu nedenle ben de burada ( bu konuda çok fazla istek almama rağmen) hareket önermiyorum.

Lütfen sizler de televizyonlarda veya cd ler le gördüğünüz hareketleri evinizde yapmaya kalkmayın.
Eğer spor veya benzeri hareket yapmak istiyorsanız mutlaka bir eğitmen ile çalışın.



Merhabalar,

Son günlerde iyiden iyiye ortaya çıkan küresel ekonomik kriz, başta büyük (!) ülkeler olmak üzere tüm kıtalarda etkisini gösteriyor.
Bu etki /şimdilik/ hafif çapta bir panik yarattı.

Daha önceki bir yazımda yeryüzünde herşeyin bir döngü olduğunu belirtmiştim.
Bir noktadan hareket ederseniz, varacağınız son nokta gene başladığınız yer olacaktır.

Bu durum, yola çıktığınız andaki olumlu veya olumsuz niyetinizin de sonuçlarını belirler.

Biraz daha açalım isterseniz.

Eğer doğanın döngüsünün, kaynaklarının kısıtlılığının, yerine konmadan harcanan kaynakların bir gün tükeneceğinin bilincindeyseniz, olumlu adım atarsınız.
Örneğin, asla temiz koku uğruna, atmosferdeki ozon tabakasını delecek spreyle kullanmazsınız.
Temizlik uğruna, su sıkıntısını göz önüne alarak arabanızı yıkamazsınız.
Halılarınızı yıkamak yerine silersiniz.
Doğada parçalanmayan ve dolayısıyla doğaya zarar veren petrol türevi araçlar (naylon poşetler, deterjan kaplarının üzerindeki" doğada çözünülürlük derecesine bakarsınız)kullanmazsınız.
Yer altı sularının kaynağının sadece kar, yağmur olmadığını bilir, kullandığınız suların da olabildiği kadar toprağa akmasına dikkat edersiniz.

Buna benzer örnekler çok fazla. Bu bilinci bir kere edindikten sonra siz de daha pek çok örnek bulur ve uygularsınız.

Şimdi gelelim olumsuz örneklere.
Öncelikle şunu net olarak söylemeliyim ki;

Kapitalist sistem asla doğaya saygıyla bağdaşmaz...

Neden mi?
En basit açıklaması; kapitalizmin temeli tüketmeye dayalıdır da ondan.

Kapitalist sistem, özellikle çağımızdaki vahşi kapitalizm,
"tüket tüketebildiğin kadar. Varsın bu arada doğa, doğal kaynaklar, insani değerler yok olsun. Yeter ki birilerinin cebi daha çok dolsun." görüşünde...
Bu görüş de, ülkemiz dahil tüm dünyada yandaş bulmakta hiç sıkıntı çekmiyor. Çünkü para hırsı gözleri döndürdü.

Pek çoğumuz ister istemez bu sapkın görüşün etkisi altına girerek, insani düşünce sistemiizden uzaklaştık. İşte size bu durumda olanlara bir kaç öneri: bir bitkinin tohumunu alın ve balkonunuzda, evinizin içinde, veya camınızın önündeki bir saksıya ekin. Düzenli olarak sulayın. Bakımını yapın ve o küçücük tohumun nasıl toprağı delip dünyaya merhaba dediğini an be an izleyin.
Bu çok basit gibi görünen uygulama içinizdeki doğaya bağlılık güdünüzü uyandıracaktır.
Bunun zevkini içinizde hissettikten sonra, doğaya, yani yegane yaşam mekanımıza bakışınızın da değişeceğini düşünüyorum.

Sakın aklınızdan çıkartmayın "uğruna emek harcamadığınız hiç bir şeyi sevemezsiniz"

Tekrar görüşmek üzere. Sağlıkla kalın

14 Aralık 2008 Pazar


Tekrar merhabalar,

Son özür yazımı 9 aralıkta yazmışım. Yani 5 gündür yazamıyorum.
Bunun için sizlerden özür dilerim. Sevgili anneciğimin rahatsızlığı nedeniyle hastanedeyiz.

Neyse ki bu gün durumu biraz daha iyi.

Hani hep duyarız ya, insanlar arada sırada hastaneleri ziyaret etmeli ve orada yaşananları görünce haline şükür etmeli diye.
Aslında gerçekten orada yaşananlar,çok güçlüyüm, dayanıklıyım diyen insanların bile dayanma sınırlarını zorluyor.
Bu zorlukları ikiye ayırabiliriz. Birincisi, hastanın durumunun vahametinden kaynaklanan ve zaman zaman doktorları ve tüm tıbbın elini kolunu bağlı bırakan durumlar.
İkincisi ise ülkemize özgü zorluklar.
İnanır mısınız birincisine katlanmak çok daha kolay. Çünkü orada bir umut var. Hastanızın yaşadığı sıkıntıyı, ağrıyı, sızıyı görüyorsunuz ve sürekli dua ediyorsunuz. İçinizdeki umudu besliyorsunuz. Çünkü yaşı kaç olursa olsun ölümü hiç kimseye, hele ki bir yakınınıza, canınıza yakıştıramıyorsunuz.

Ama iş ikincisine gelince, işte o noktada içinizdeki hırsı, öfkeyi zaptetmek gerçekten çok ama çok zor oluyor.
Oysa ki sağlık gibi bir alanda yaşanan ( insanım diyen hiç kimseye asla yakışmayan) bürokratik engeller, inanın insanı çileden çıkartıyor.
Hatta bazen soruyorsunuz kendi kendinize; sosyal güvenlik kurumu acaba doktorlardan daha mı iyi biliyor her şeyi diye. Çünkü, doktorun öngördüğü tedaviyi, ilacı veya tetkiki bir bakıyorsunuz kurum kabul etmiyor.

Sosyal güvenlik kurum/ları/u eğer doktorlardan daha iyi biliyorsa neden tıp fakülteleri hala açık ki?


Hangibirini anlatsam ki.

Biliyorsunuz 9 günlük bayram tatilinden çıktık. ( çok şükür)
Bu dokuz gün boyunca hastanelerde neler olup bitti biliyor musunuz?
Hastanıza acil kan gerekiyor. Kan bankalarının hiç birisinde bayram(!) tatili nedeniyle kan YOK...
Bir ilaç gerekiyor (albümin) deli gibi nöbetçi eczane arıyorsunuz. Yok, yok, yok..
Hayır ilaç yok da bir de üstelik nöbetçi olan eczane kapalı.

Böyle bir şey hangi medeni ülkede yaşanır?
Hani şu uğruna herşeyimizi sattığımız ab ülkelerinde böyle bir durum olabilir mi?

Amacım sizleri bu dertlerle üzmek değil elbet.
Benim gibi onlarca belki yüzlerce kişi bu ızdırabı yaşadı. Ama çok merak ediyorum acaba kaç kişi gerekli mercilere şikayette bulunacak?

İşte olay burada düğümleniyor. Bizler vatandaşız. Ve devlet vatandaşa hizmet için vardır. Bizler vatandaşlık haklarımızı aramaz, devletin birinci varlık nedeni olan vatandaşın yaşam hakkını gözetmek, korumakla ilgili eksikleri ( en hafif deyimle) gerekli yerlere şikayet etmezsek daha çok sıkıntı, üzüntü eza çekeriz.

Lütfen arkadaşlar her konuda, vatandaş olmayı öğrenelim artık.

9 Aralık 2008 Salı

SADECE BİR SÜRELİK...

Sevgili arkadaşlar,

Sağlık sorunları nedeniyle bir süre yazılarıma ara vereceğim.
Umuyorum ki en kısa sürede gene yazılarıma başlarım ve sizler de yorum ve maillerinizle eskiden olduğu gibi beni mutlu edersiniz...

4 Aralık 2008 Perşembe

BAYRAM TATİLİ VE YERİNİ BULMAYAN UYARILAR



( Bu yazımı 2008 yılında, Kurban bayramından hemen önce yazmıştım. Geçen zaman içinde değişen bir şey olmaması ne kadar üzücü. Ama İnsana uygun olan, gerekli olan eninde sonunda "olur" . Biraz dikkatle, bilgiyle, akılla bu süreç hızlandırılabilir)

Sevgili arkadaşlar,

Birkaç gün sonra Kurban Bayramını  kutlayacağız.
Belki pek çoğumuz bulunduğumuz illerden başka illere tail için veya sevdiklerimizle bayramı geçirmek için yola çıkacağız.
Ben burada, neredeyse her bayram öncesi ve sonrası, her türlü uyarıya rağmen olan trafik kazalarına değinmek istiyorum.
Daha çok da özel konum olan “düşünsel ve bedensel esneklik programı” nın ilkelerinin başında gelen insanın algılama özelliği açısında konuyu ele almak istedim.

Evet, ülkemizde trafik çok ciddi bir sorun. Sadece yasaklara uyulmaması ile açıklanamayacak kadar büyük hem de...

Ama ne yazık ki yöneticilerimiz "yasak !" ve "yasaklara uymazsan cezayı yersin" mantığının ötesine geçememektedirler...

Konu insan olunca ki öyledir, insanın düşünce, mantık, algılama gibi niteliklerini göz önüne almak zorundayız, zorundalar...

Yollara asılan trafik canavarı afişlerinin nasıl bir etki bıraktığını acaba bir tek yetkili düşündü mü?
Sanmıyorum.

Eğer bir tek yetkili dahi düşünmüş olsaydı, bu görüntünün insanların zihninde kazayı çağrıştırdığını ve bilinç dışı olarak içlerinde kaza korkusu yarattığını ve bunun da kaza olma olasılığını çoğalttığını bilir ve derhal bu anlamsız afişleri yok ederdi.

Bu etkileşimi size bir örnekle açıklamak isterim. Bir gurup insanla bir deney yapılmıştır. bu deneyde yere 30 cm. aralıkla paralel iki çizgi çizilmiş ve guruptakilere bu çizgilerin dışına çıkmadan yürümeleri söylenmiştir.
Her yaş gurubundan insanlar rahatlıkla denileni yapmışlardır.
Bu sefer gene 30 cm. genişliğinde uzun bir tahtayı yerden 20 cm. yüksekliğe koymuşlar ve gene bunun üzerinde yürümeleri söylenmiş. Bazı kişiler rahatça yürürken bazıları biraz zorlanmış.
Deneyin son aşamasında ise tahtayı yerden bir metre yüksekliğe çıkarttıklarında hiç kimse yürüyemez olmuş.

Sizce neden?

Aynı aralıktaki iki çizgi yerde iken 30 cm genişlikteki arada rahatça yürüyebilen insanlar neden aynı genişlik yerden yükseldikçe üzerinde yürümekte zorlanmış olabilirler?

Evet, doğru bildiniz, Düşme korkusu...

İçgüdüsel veya öğrenilmiş korkularımız, zihnimizde çok büyük yer ederler ve bu da bizi o yöne doğru çeker.

Çocuğuna " koşma düşersin" diyen anne aslında hiç yoktan çocuğunun aklına "düşmek" fikrini sokmuş olur ve çocuk er ya da geç düşer.

İşte arkadaşlar korku ile yönetmeye çalışmak böylesi ters teper.

Halk arasındaki " korktuğum başıma geldi" söylemi bu durumu en açık şekilde anlatır.

Evet, "korktuğumuz er ya da geç başımıza gelir. Çünkü zihin sürekli bununla meşguldür ve bu meşguliyeti sonucu korkulan durumu çağırır..

Zihnimiz bizim en sadık hizmetkarımızdır. Fakat “…me” “…ma” gibi ekleri yok sayar. Yani, bize “bak/ma/” dendiğinde zihnimiz onu “bak” olarak algılar ve bakarız. Bu temel prensibi tüm yasaklar konusuna uygulamak mümkündür. Bu yazımdaki konum trafik kazaları olduğundan onunla sürdürmek isterim.

Şimdiden televizyonlarda ( iyi niyetle de olsa) bayram tatilinde şehir dışına gideceklere “aman dikkat…” niteliğinde uyarılar yapılmaya başlandı bile. Bu uyarılar her ne kadar iyi niyetle yapılsa da yanlış sonuç verir.
Bunun en büyük kanıtı ise yıllardır yapılan bu uyarılara rağmen her bayram tatilinde yollarda rastlanan, vahim kazalardır.
Elbette trafik kazalarının tek nedeni bu değildir ama ben burada sürekli yapılan hata sonucu zihinlerin yanlışa şartlanmasına vurgu yapmak istedim.

Peki, o zaman nasıl bir uyarı yapılabilir?
Yaşı kaç olursa olsun bir bireye bir uyarı yapılacak ise bunun işe yaraması için çok basit bir kural vardır. Olmaması isteneni değil, olması isteneni dile getirerek uyarmak” Başka bir deyişle, olumsuz ile değil olumlu cümlelerle uyarmak.
Yani istemediğimiz “kaza” ise bu sözcük uyarımız içinde yer almamalıdır.
Bazı durumlarda ise başlı başına uyarı yapılması bile, o konuda zaten zihinlere kazınmış olan olumsuz durumu çağrıştıracağı için, uyarının içeriği değil, sadece geçmiş zamanlarda olan kazaları zihinlerimizde canlandırır ve korku yaratır.
Korkunun ne şekilde bizi etkilediğini yazımın başında, yere çizilen çizgiler arasında yürümek örneğinde anlatmıştım.
Korkutarak yönetmek, idare etmek, eğittiğini sanmak gibi yanlış düşünceye sahip olanlara duyurulur...

İnsan için ise önce insanı bilmeli…

Hepinize şimdiden çok güzel sağlıklı mutlu bayramlar dilerim…

Tuvana Tunçer

30 Kasım 2008 Pazar

SİGARA İÇMEK /NEDEN/ YASAK


AMA

NEDEN SERBEST?

Sevgili arkadaşlar bu konuya daha önce de değinmiştim, hatırlarsınız.

Baştan tekrar söyliyeyim asla sigara içmeyi savunmuyorum.

Sadece yapılan mantık hatasını ve bunun sonucuna vurgu yapmak istiyorum...

Aslında yukarıdaki resimlere bakınca çok da fazla bir söze gerek kalmıyor.

Eğer toplum yararına bir kural konulacaksa, kural koyucunun, diğer uygulamaları ile, koyduğu kural arasında bir çelişki olmaması gerekir.

İnsanoğlu doğal yapısı gereği "yasak"lara karşı tepkilidir.
Kural koyucunun, koyduğu kurallar ile uygulamaları arasında bir çelişki söz konusu ise bu kuralın uygulanmasını beklemek saflıık olur.
Sigaranın zararlarını bilmeyen var mı?
Her sigara içen kişi, neredeyse bir kitap yazacak kadar bunun zararları hakkında bilgi sahibi.

Kural koyucu, böyle bir yasağı, toplum sağlığını korumak amaçlı olarak ortaya koyuyor ise, dağıtılan kömürlerin dumanını ne şekilde yasaklamayı düşünüyor.
Kömür dumanının sigara dumanından bir kaç misli daha zehirli, canlılaraın yaşamını tehdit edici düzeyde olduğu bir gerçek iken...

SİGARA YASAĞI BERABERİNDE BUNUN DA ACİLEN YASAKLANMASI GEREKMEZ Mİ?
EĞER GERÇEKTEN HALK SAĞLIĞI DÜŞÜNÜLÜYORSA...

Araba egzoslarının, bebek arabalarında, hava alsın diye sokağa çıkartılan bebeklerin tam burunlarının hizasında olduğunu biliyormusunuz?



Peki, aynı kural koyucu, kamu araçlarının egzoslarını denetlemeye başlamayı ne zaman düşünüyor?

Bu soruların yanıtları, uygulama ile verilmeden sigara yasağının uygulanması nasıl mümkün olabilir?
Zorla uygulansa bile, sağlık açısından beklenen ( kural koyucu başta olmak üzere böyle bir beklenti olduğunu hiç sanmıyorum) sonuç alınır mı?




25 Kasım 2008 Salı

O İSTEDİ VE ALDI... http://www.blogger.com/img/blank.gifYA SİZ? YOKSA HALA AĞLIYOR MUSUNUZ?


Yeniden merhabalar,

İnsana yönelik katı düşünce kalıplarımızı gözden geçirmeyi sürdürelim isterseniz...

Her bir insanın ayrı bir dünya olduğunu öncelikle kabul edelim.

Kişilik yapısı, yetenekleri, tepkileri, kişisel değerleri, davranışları, istekleri, eğilimleri vb. ile her bir birey ayrı bir dünyadır.
Ama bir de insanların bir arada yaşama, aidiyet güdüleri sonucu oluşan toplumlar var.
Peki her bir birey bir dünya ise bu toplumlarda düzen nasıl sağlanır?
Hiç şüphe yok ki bunun için belli kurallar olmalıdır. Bu kurallar, çok kabaca, bir kişinin özgürlük sınırlarının , bir diğerinin sınırının başladığı yere kadar olduğu ilkesidir.
Peki şöyle bir çevrenize baktığınızda bunu görebiliyor musunuz?
Pek sanmıyorum.

Halkımızın genel eğilimimidir yoksa bir anlamda /adam sende/ciliği midir bilemiyorum ama bizim insanımız elinden geldiği kadar sorumluluktan kaçmaya çalışır.
O kadar ki, bizzat kişisel konularda dahi, para karşılığı sorumluluğu bir başkasına devretmek çok sık rastlanan bir olaydır.
Hayır arkadaşlar, bu böyle olmaz.

Tabi ki, hükümetler, devlet kurumları bir çok yasa, kural getireceklerdir ama toplum içindeki her bir bireyin de yurttaş olma sorumluluğunu bir an önce üstlenmesi gerekmektedir.
Sosyal gelişimin temeli buna dayanır. Yoksa en güzel kanunlar da yapılsa, en doğru, adil, demokratik kurallar da getirilse yurttaş olma sorumluluğunu taşımayan bireylerden oluşan toplumlarda, kargaşa, düzensizlik, ve bunların sonucu olarak genel stres hiç bir zaman bitmez. Tam tersine artarak sürer. Bu durumda adeta bir kanser hücresi gibi toplumu içten içe kemirir.

Peki yurttaş olma sorumluluğunu almak ne demektir?
Başlangıç olarak, tüm yönetim kademelerinin, tüm devlet kurumlarının varlık nedeninin; toplumun huzurunu, sağlığını, eğitimini, güvenliğini vb. sağlamak olduğunu bilmek, anlamak, kabul etmek gerek.
Yani devlet kurumları ve tüm yönetim kademeleri, halka hizmet için o makamlarda oturmaktadırlar. Dolayısıyla her bir bireyin de genel uygulamalar konusundaki memnuniyet ve şikayetlerini, yasalar çerçevesinde ilgili makamlara duyurma hakkı vardır.
Halk arasında çok güzel bir söz vardır "ağlamayan çocuğa meme yoktur".

Bu şikayetlerimizi yaparken yasalar çerçevesinde kalmak çok önemlidir. Çünkü aksi takdirde haklı iken haksız konuma düşmek gibi bir risk söz konusudur.
Özellikle son günlerde yaşanan ve toplumumuzun geniş bir kesimini olumsuz yönde etkileyen ekonomik sorunların yaşandığı dönemde, ard arda yapılan zamlarla ilgili, kapı aralarında, aile meclislerinde hepimiz konuşup duruyoruz değil mi? Ama bunun için kaçımız yasal yollara başvuruyor.
Hep birileri, bizim adımıza bir şeyler yapsın diye bekliyoruz. Üstelik beklerken de sürekli bizbize konuşarak büsbütün gerilim yarattığımızın farkında olmadan...

Bakın size çok güncel bir örnek; telekom, sadece bir kişinin dava açması sonucu, geçmiş 10 yıllık haksız yere alınan sabit ücretleri geri ödemeye mahkum edildi.
Bu haber gazetelerde, televizyonlarda söylendi durdu. Herkesin tek tek tüketici mahkemelerine bir fatura ile müracaat etmesi aynı iadeyi almaları için yeterli iken, kaç kişi buna baş vurdu dersiniz?
Peki, bir tek kişi mi bundan zarar görmüştü?
Siz başvurunuzu yaptınız mı?
İşte size en basit yurttaş olma sorumluluğu ile ilgili bir örnekti bu.

Siz yasalar çerçevesinde talep etmezseniz, hiç kimse size durupdururken arz etmez...
Böyle bir beklentiniz de son derece yersiz ve anlamsız olur.





23 Kasım 2008 Pazar

ÖĞRENMEYİ ÖĞRETENLERİN GÜNÜ KUTLU OLSUN




Merhabalar,

Bu gün öğretmenler günü...

78 yıl önce bu gün MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'E baş öğretmen ünvanı verildi...

Sayın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu anlamlı gün ile ilgili verdiği demeçte:

"Çok özel, çok yüce bir mesleğin sahibisiniz. Bedeli hiçbir maddi karşılıkla ölçülemeyecek kadar saygın. Sevgi ve fedakârlık mesleği..."

diyor ve demecini sürdürüyor.

Evet bu sözler çok doğru... Hele " değeri hiç bir maddi karşılıkla ölçülemeyecek" cümlesi çok daha doğru. Ama bu sözü günümüz koşullarına uyguladığımızda, öğretmenlerimizin pek çoğunun bu emsalsiz, değeri hiç bir maddi karşılıkla ödenemeyecek kadar yüce meslekleri ile kendilerini ve ailelerini doyuramadıkları görüyoruz.
Pek çok öğretmenimiz, pazarcılık, simitçilik, boya badana vb. pek çok ek iş yapmak zorunda kalıyorlar.

Bir arkadaşımız bana az önce gönderdiği bir mailde Sayın Bakanın bu sözlerini ilettikten sonra şöyle bir soru yöneltmiş: "öğretmen maaşlarında acaba değeri hiç bir maddi karşılıkla ödenemeyeceği için mi hiç bir maddi iyileştirme yapılmaz?"
Bu anlamlı ve ironik karşılıkğı sizlerle paylaşmak istedim.

Evet arkadaşlar, ATATÜRK'E neden baş öğretmen ünvanı verildi?
!928 yılında Osmanlıca harflerin kaldırılıp yerine latin alfabesinin kabul edilmesinin hemen ardında ATATÜR millet okullarının açılması talimatını verdi.
Amaç, tüm halkın yeni alfabeyi çok daha çabuk öğrenmesi idi.

Bakanlar kurulu 11 kasım 1928 günü yaptığı toplantıda Ata'ya Ulus Okullar Başöğretmenliği ünvanını verdi.
24 Kasım
ATATÜRK 'ün Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul ettiği gündür.

Hepimiz yukarıdaki satırları veya benzerlerini tarih kitaplarında okuduk.
Ama hiç bu satırların arkasında yaşananları, ATATÜRK'ÜN bakış açısını, bu okulları kurarken yaşadığı güçlükleri ve en önemlisi öğretmenlere verdiği önem ve değeri düşündük mü?

Düşünsel esnekliğimizi burada da devreye alma zamanıdır.

Bu olayı da ne yazık ki beynimizdeki diğer (kalıplaşarak anlamını yitiren) kalıpların yanına yerleştirmişiz.

Öğretmen demek, bilgiyi ezberleten değildir. Öğretmen her şeyden önce öğrenmeyi öğreten kişidir...

Bu oldukça zor ve meşakkatli bir iştir.
Dolayısıyla bu zorlu görevi yapacak kişilerin kendi yaşamlarında en azından geçim sıkıntısı gibi yaşamsal sorunları olmamalıdır. Çünkü kafası böylesi yaşamsal sorunla dolu bir kişi ne kadar istese de gerektiği kadar yararlı olmaz. Bu çok insani bir durumdur. Bu durumda olan hiç kimseye kızma hakkımız yoktur. Ama sonuçta bu endişeler içerisindeki öğretmenlerin okuttuğu öğrencilerin ( ki onların da çoğunluğu aynı endişeleri taşıyan ailelerdendir) gerçek anlamda kendilerini derslerine vermeleri, araştırmacı zekalarını geliştirmeleri, yaşama bakış açılarının sağlıklı olması mümkün müdür?

Bu gün onlu yaşlarda olan ve çocuk dediğimiz bireyler, 25 -30 yıl sonrasının yöneticileridir.
Yani bir anlamda 25- 30 yıl sonra nasıl yöneticiler istiyorsak, bu bireyleri de o yönde yetiştirmek zorundayız.
Peki bunu başarabiliyor muyuz?

Hayır ne yazık ki bu yapılamıyor.

Buradan öğretmenlik mesleğinde olmayan ama ülkesini vatanını seven ve CUMHURİYET DEĞERLERİNE sonuna kadar sahip çıkmaya karalı olanlarınıza bir önerim var. Lütfen bugünden tezi yok kendinizi öğretmen olarak görünüz ve çevrenizdeki yoksul öğrenci kardeşlerimizden en az birisinin eğitim anlamında sorumluluğunu üstleniniz. Emin olun ki bir çocuğa bir şeyler öğretebilmiş olmanın tadına vardığınızda bir daha kendinizi bundan alamayacaksınız.

TÜM ÖĞRENMEYİ, DÜŞÜNMEYİ ÖĞRETEN ÖĞRETMENLERİN BU ANLAMLI GÜNLERİNİ KUTLUYORUM...



Bu konu ile görüş ve düşüncelerinizi yorumlar kısımında veya mail yolu ile paylaşabilirsiniz.




15 Kasım 2008 Cumartesi

ÇOCUK EĞİTİMİ _ TOPLUMSAL GELECEK



Önceki yazımda yaptığım öneriye gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ederim.

Bazı kişilerin, "bu sorunlu ortamda oyun hazırlamak da nereden çıktı" gibi yaklaşımları da olmuş.
Öncelikle bu yaklaşıma yanıt vermek isterim.

Siyaset, kültür, eğitim, ekonomi gibi konuların merkezi insandır.
Bu konularda bir sorun varsa, bu insanın sorunudur.

Yukarıda saydığım konularda bir sorun yaşanmaya başlandığında genel olarak yapılan yanlış, birey olarak insanı göz ardı etmektir.
Toplumu, sanki tek bir olguymuş gibi değerlendirme hatasına düşeriz.

Oysa toplum, bireylerden oluşur.
Dolayısıyla, her bir bireyin, zihinsel, bedensel sağlığı, eğitimi, yaşam felsefesinin düzeyi, o toplumun düzeyini belirler.

Bu nedenle bu anlamda yapılacak yatırımlar asla küçümsenmemeli.

Çocuklara yapılacak yatırım ise, o ülkenin geleceğini şekillendirir.
Toplumda beklenen, veya ihtiyaç duyulan bir değişim söz konusu ise, bunun bir anda olması beklenemez. Bu konuda hem fikir olunduktan sonra, uygulamada uzun bir sürece ihtiyaç vardır.
Çünkü insanın özelliklerinden birisi de alışkanlıklarından vaz geçmenin pek kolay olmadığıdır. İnsan ancak içine sinerse, aklına, mantığına yatarsa ve söz konusu değişimin yararına ikna olursa bunu kabul eder.

Evet, hepiniz gibi ben de ülkemizin yaşadığı sorunların bilincindeyim.
Kişisel olarak, bu sorunların temelden çözümünün, çocuklarımızın iyi bir eğitim ( öğretimden çok daha önemli olan) sürecinden geçmeleri olduğuna inanıyorum.

Bu oyun önerimi de bu nedenle yaptım.

Çağdaş (!) insanın giderek pasifleşmesi, akıl yürütmek yerine hazır kalıpları ezberlemesi, oturduğu yerden klavye tuşlarıyla tüm dünyayı ( hiç zahmetsiz) elinin altına alabilmesi, hayal gücü gibi beyni çalıştıran en önemli yetisini giderek yitirmesi, sözün özü, insan olma niteliklerini yavaş yavaş yitirmesi gelecek için ciddi bir endişe kaynağıdır.

Evet arkadaşlar, çocuklarımızın birer robot olmasını istemiyorsak, gerçek insani yetilerini güçlendirmek, insan gibi insan olmalarını istiyorsak bir şeyler yapmalıyız.

Unutmayalım; bu gün çocuk dediklerimiz, 30 yıl sonrasının yöneticileridir...







Tekrar merhabalar...

Kapitalizm ile ilgili yazıdığım yazılara göstermiş olduğunuz ilgi ve mailleiniz için hepinize çok teşekkürler.
Elimden geldiği kadar tüm mailleri yanıtlamaya çalıştım.
Özellikle pek çoğunuz Kapitalizm ve çocuk yazım üzerinde yoğunlaşmışsınız. Bu açık söyleyeyim çok hoşuma gitti.
Evet her birimizin bu konuda yapabileceğimiz çok fazla şey var.

Her zaman söylediğim gibi oturduğumuz yerden, olan bitenlere vah vah! demekle hiç bir sorun çözülmez. Her birimizin mutlaka bu konuda yararlı olabileceği alanlar vardır. Her şeyden önce tüm yurttaşlarımızın, yaptıkları işi, en iyi şekilde yapmaları yolun yarısını aşmak anlamına gelir.

Çocuklarımızın zihinlerinin bulanmaması, onların doğa ile barışık ve doğanın bir parçası olarak var olduklarını bilmeleri çok önemlidir.

Kapitalizm ve çocuk başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, çocuklara ulaşmanın yolu ilk baştan oyundan geçer. Çocuklar ilk öğrenimlerini oyun ile alırlar.


Şimdi sizlerden çocuklarımızın benliklerinden uzaklaşmadan, üretmeyi öğrenmeleri, kişiliklerini geliştirebilecekleri ve araştırmacı olmaları için bir oyun yaratmanızı rica ediyorum...


Bunu bir yarışma şekjlinde düzenlemeyi ve kazananlara ödüller verebilmeyi çok arzu ederdim. Ama eminim ki, böylesi bir çabayı ödül uğruna değil, sadece vatanımızı emanet edeceğimiz gençliğin yetişmesinde bir katkı olarak değerlendirecek ve bunun onurunu, en büyük ödüle değişmeyecek pek çok yurttaşımız vardır...

Evet dostlar çalışmalarınızı bekliyorum...

9 Kasım 2008 Pazar



Sevgili ATA'M

Binlerce milyonlarca kez özür dilerim senden ki, senin bu mucizene,

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE tüm yüreğim/iz/le sahip çıkmak için verdiğim/iz/ mücadelemi/zi/ sürdürmekteyim/z/... Ama yetmedi ATA'M...

Biliyorum yapılacak daha çok iş var...

Sana söz veriyorum/z/,
gücümü/z/n sonuna kadar bu büyük, mirasını, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ, koruyup, kollayıp, bunun değerini her bir yurttaşım/ız/a tek tek anlatıncaya kadar mücadelem/z/i sürdüreceği/z/m...

SEN RAHAT UYU...

6 Kasım 2008 Perşembe

KAPİTALİZM VE DOĞA



Sevgili arkadaşlar,

Düşüncelerimizi esnetmek, dolayısıyla yaşama sabit kalıplarla değil daha gerçekçi şekilde bakabilmemiz için düşünsel esneklik konusundaki yazılarımı sürdürüyorum...

Bu gün gene kapitalizmi ele alacağım. Bu sefer kapitalizm doğa ilişkisine bir göz atalım...
Tahmin edersiniz ki bu konu çok geniş kapsamlı.
O nedenle ilkesel bakışı açısından ele alıp, bir iki örnek vereceğim sadece...

Daha önceki yazılarımda, kapitalizimn temelinin "para eşittir güç" ilkesine dayandığını söylemiştim.
Bu temel çıkış noktasına bir de insanoğlunun baş edilmez hırsı da eklenince, sınırsız ve yok edici bir tüketime doğru yol alınmasında şaşılacak bir şey yoktur.

DOĞA İLE KAPİTALİZM ASLA BAĞDAŞMAZ.

Siz bakmayın günümüzde doğallık, organik tarım gibi kavramları kullandıklarına...

Doğanın kuralları arasında tüketmek yoktur.
Doğada dönüşüm vardır.

Oysa kapitalizm tüketmeye dayanır. Gücünü buradan alır.

Tüketmek, tüketilenin yerine konulmasını gerektirir.

Ama eğer tüketilen doğa ise ( ki kapitalizm bunu kesinlikle umursamamaktadır) asla yerine konulamaz.

Bir iki örnek vermek isterim.
Bir zamanlar hatırlayacaksınız, içeceklerin ambalajları için depozito uygulaması vardı.
İlk satın alındığında, ambalaj için belli bir para ödenirdi. Daha sonra ambalajı boş olarak teslim edildiğinde bu para geri alınırdı.
Şimdi ise modernleştik ya(!) böyle gereksiz işlere ayıracak vaktimiz yok. O nedenle tüm ambalajlar artık depozitosuz. Üstelik tamamına yakını doğada yok olamayacak materyallerden yapılmakta. Her seferinde onları içlerindekini bitirdikten sonra atıveriyoruz.
Önceki uygulama ile hem doğal kaynaklardan (cam gibi) tasarruf edilmekte, hem de gereksiz ambalaja harcanacak paraları çok daha yararlı işlerde kullanmak mümkündü.

Günümüzde ise, bu tasarruf yöntemleri /demode/ oldu, ortadan kalktı ve yerine;
/ /yeter ki cebimize daha çok para girsin de varsın doğal kaynaklar yok olsun, varsın doğa çözünemeyen maddelerin mezarlığı haline gelsin/ görüşü hakim oldu...


Bir yıl içinde sadece içeceklerin ambalajında kullanılan para ile ne kadar temiz içme suyu ihtiyaç sahiplerine ulaştırılabilir biliyor musunuz?

Bir çarpıcı örnek daha;
Sadece ABD de, bir yıl içinde, çocuklara alınan hediyelerin ambalajına harcanan para ile kaç tane aç çocuk doyurulur hiç düşündünüz mü?
Lütfen değerli arkadaşlar, bu örnekleri gerçekten, samimiyetle düşünce, mantık süzgeçinizden geçiriniz ve gereğini yapınız.
Bizler sadece doğanın bir parçasıyız. Buradan başka yaşam mekanımız da yok. Benden sonra tufan demeye kimin hakkı var?

Bir Kızılderili atasözü der ki;
SONUNDA BEYAZ İNSAN DA PARANIN YENMEYECEĞİNİ ANLAYACAKTIR.

Doğanın kendi içinde bir ritmi, ve yenilenme, dönüşüm sistemi vardır.
Doğa varlığını ancak bu sistemin sürekli işlemesi sayesinde sürdürebilir.
Herşeye gücü yeten günümüz insanı (!) bu sisteme el attıktan sonra doğa yavaş yavaş yok olma sürecine girmiştir.

Kendi bindiği dalı kesecek kadar para ile gözü dönmüş insanoğlu bunca para ile ne yapacaklardır çok merak ediyorum.
Onlara bir önerim var; hazır vakit varken kendilerine şöyle anlı şanlı mezarlar yaptırsınlar. Çünkü günü geldiğinde gömülecek toprak bulmaları çok küçük bir olasılık.

Hepinize sağlıklı bir doğada yaşamak dileklerimle...






2 Kasım 2008 Pazar

KAPİTALİZM VE ÇOCUK

ÜRETMEYİ ÖĞRENEN ÇOCUK
PASİFLEŞEREK, TÜKETMEYİ ÖĞRENEN ÇOCUKLAR



Bu yazımda da kapitalizm konusunu sürdürüyorum.

Öncelikle gelen maillerinizden anladığım kadarıyla kapitalizmi bu kadar yerdiğim için acaba karşıtı olan sosyalizmi mi savunduğumu soruyorsunuz.

Ne yazık ki bu soruyu yöneltmeniz bile düşünsel olarak nasıl kalıplar içinde düşündüğümüzün bir örneğidir.
Bize öyle öğretildi ya (!), bir şeyi yeriyorsan / birilerinin onun karşıtı olarak beynimize pompaladığı/ diğer görüşü savunuyorsun demektir..

Hayır efendim böyle bir şey yoktur.

Sizleri rahatlatacaksa kendi görüşümü söyliyeyim,

Ben doğal döngüye inanıyorum. bunun dışında,
...izm ler içinde bir tek KEMALİZM benim için geçerlidir.
Çünkü insan içindir, asla insanın parçası olduğu doğayı alt etmek gibi bir görüşü yoktur,
Çünkü, insani olan tüm değerlere saygılıdır,
Çünkü, bilimselliğe verdiği değer ile inançlara, içsel duygulara verdiği değer eşittir.
Çünkü temeli tüketmeye, yok etmeye değil üretmeye dayalıdır...

Bilirsiniz, her ideoloji, her düşünce modeli, her sistem ileriye dönük olarak yatırım amacıyla gözlerini çocuklara dikmişlerdir.
Çünkü çocukların beyinleri tertemiz, henüz içgüdüleri derinlere gömülmemiş olduğu için onların beyinlerine işlemek çok kolaydır. Üstelik temelde farklı bir görüşleri de olmadığından sıfırdan istenilen görüş, ideoloji, sistem onların beyinlerine kaydedilir. Böylece de gelecekte bu görüş, sistem veya ideolojinin bir neferi olarak yetiştirilirler.
Gelecek bir anlamda böylelikle garantiye alınmış olur.

Ancak bu yöntemi uygulayanların gözlerinden kaçan çok önemli bir nokta vardır. O da şudur ki, iç güdülerimiz her ne kadar, sonradan edinilmiş bilgilerin altında derinlere gömülseler de asla yok olmazlar.
Bu iç güdüler, yıllar sonra bile bir kere su yüzüne çıktığında, sonradan edinilmiş bilgilerle eğer bir karşıtlık var ise, kişinin içinde bir çatışma başlar.
Ve bu çatışmanın sonucunda içgüdüler galip gelir. Çünkü onlar insanın doğanın bir parçası olması nedeniyle insan beyninde vardırlar.

Dolayısıyla insanın dönüp dolaşıp geleceği yer gene doğadır. Yani ait olduğu / her ne kadar alt etmeye çalışsa da/ doğadır.

Şimdi gelelim kapitalizmin çocukları ne şekilde ele aldığına.
Önceki yazımda da söz ettiğim gibi kapitalizm, sadece bir gurup üst (!) kişilerin çıkarları için her an daha çok tüketmeye dayalıdır.

Tüketmek yok etmek demektir.

Daha çok para için doğayı tüketmek,
Daha çok para için doğal kaynakları yok etmek
,
Daha çok para için, doğanın döngüsünü bozmak,

Daha çok para için insani olan değerleri yok etmek,

Daha çok para için duyguları, vicdanı, sevgiyi yok etmek

Ve daha sayamayacağım benzer değerleri yok etmek kapitalizmin /amaç olarak dile getirilmese de/ sonucudur.

Şimdi kapitalizmin, çocukların beyinlerini nasıl ele geçirdiğine bakalım.
Çocukların temel eğitimleri oyunlarla başlar. Kapitalizm bu konuya çok çabuk el atmıştır. Bilgisayar yaygınlaşmadan önce televizyonlardaki çizgi film gibi etkinliklerle önce çocukları oturarak, hayal güçlerini sıfırlayarak pasifleştirmeyle işe başlamıştır.

Ekran karşısında bu şekilde oturmaya alışanlar bilgisayarın yaygınlaşmasıyla çeşitli oyun / adı altında, kurnazca hazırlanmış/ oyunlarla büsbütün pasifleşirken çok daha tehlikeli bir durum da beyinlerine pompalanmaktadır.
Bu çok tehlikeli durum ise oyunların temeli olan / yok et kazan/ ilkesidir.

Evet lütfen bir düşününüz, günümüzde her yaştakilere yönelik tüm oyunlarda ancak yok ettikçe puan kazanırsınız.

Bu size tanıdık geldi mi?
Evet, haklısınız bu yaklaşım, başta da söz ettiğim gibi, kapitalizm temeli olan tüketmeye yok etmeye dayalıdır.

Siz hiç ürettikçe puan kazanılan bir oyun biliyor musunuz?

Bu tarz oyunlarla, acımasızca yok etmek çocukların bilinç altlarına, / yok edersen kazanırsın/ şeklinde yerleştirmektedir.

Her ne kadar o oyunlarda yok edilenler renkli kutular, balonlar gibi masum imgelerse de, amaç yok et kazan ilkesidir.
Kaldı ki, bu oyunların için de yok etme ile ilgili çok daha tehlikelileri de vardır.

Sevgili arkadaşlar bir sonraki yazımda, tüm bunlara karşı neler yapabiliriz konusundaki görüşlerimi paylaşacağım...

Bir rica ile yazımı bitiriyorum
Gece yatmadan önce kendi kendinize sorun
/ bu gün ne ve ne kadar ürettim? Buna karşılık neyi ve ne kadar tükettim?/



31 Ekim 2008 Cuma

KAPİTALİZM





Uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar...

Sevgili dostlar bu gün tekrar düşünsel esnekliğe dönmek istiyorum.

Beynimizin derinlerine işlemiş ve en kötüsü, kendi isteğimizle değil, dayatma ile oluşmuş ezber kalıpları kırmak kendimize yapacağımız en büyük iyiliktir...

Bunu hiç aklımızdan çıkartmayalım.
Çünkü ne yazık ki bizler, tüm insanlar, bu kalıplar ile yönetiliyoruz.

Bu kalıplardan birisi de kapitalizmin bir ekonomik model olması bilgisidir.
Evet, teorik açıdan bir noktaya kadar doğru sayılabilir. Ama sadece bir ekonomik model midir diye sorarsak, yanıt kesinlikle HAYIRdır...
Özellikle sonuçları açısından.

Kapiatalizm, 16, 17 yüzyıllarda Avrupada ortaya çıkmaya başlamıştır. Sözlüklerde, üretim araçlarının çoğunun özel sektörün elinde olduğu bir ekonomik sistem gibi, kibar (!), basit, ve de masum (!) bir açıklaması olsa da,

Kapitalizm, parayı bir değişim aracı olarak görmez, onu bir güç simgesi olarak ele alır.
Birilerinin bu gücü (!) elde edebilmeleri için ise diğer birilerinin sürekli olarak tüketmeleri gerekmektedir. Hem de insafsızca.
Bu arada kapitalistler, çıkarları birbirine bağlamakta da pek maharetlidir. Şöyle ki " bana para kazandır, sen de kazan" ilkesi ile pek çok sektör oluşturmuşlardır.
Bunu yaparken de kendi paralarıyla (!) (güçleriyle) nasıl tatlı (!) bir yaşam sürdürdüklerini göstererek, kendilerini besleyecek sektörleri özendirmektedirler.


Reklam, kapitalizmin en büyük silahıdır.
Bu sistem, başlangıçta da söz ettiğim gibi, insanların zihinlerini ele geçirmektedir.
İnsanların bilinçaltlarına yönelik, giderek çok daha ileri düzeyde şartlanmalarla, bu sistemi yaygınlaştırmaktadır.

Bir örnek vermek isterim;
Hiç düşündünüz mü büyük marketlerde neden makarna reyonunun hemen yanında ketçaplar bulunur?
Televizyon reklamlarında sürekli olarak makarnanın ketçaplı resimleri ile beyniniz yıkanmıştır, markete gittiğinizde ise ketçepı makarnanın yanında görünce bilinç dışı olarak onu almak gelir içinizden.
Yani tüketmek...
Hiç kimse ketçapsız makarna yediği için ölmemiştir oysa...


Buna rağmen, kesinlikle ihtiyacınız olmadığı halde alırsınız.
Bu örnekleri lütfen siz çoğaltın.

Beynimizi bu şartlanmalardan kurtarmanın tek yolu düşünsel esneklik kazanmaktır.
Şöyle ki, tüketmek konusunda, bir girişimde bulunacağınız zaman kendi kendimize şöyle soralım: "GERÇEKTEN BUNA İHTİYACIM VAR MI?

Bu soru ve vereceğiniz samimi yanıt düşüncelerinizi esnetmekte ve beynimizde oluşturulmuş şartlanmaları aşmakta ilk ve en büyük adım olacaktır.

Tabi eğer, birilerinin sizi kendi çıkarları için şartlandırarak yönlendirmesini istemiyorsanız.

Yoksa istiyormusunuz?

Kapitalizmin beynimizde oluşturduğu şartlanmalar ve sonuçlarına bir sonraki yazımda devam edeceğim...


28 Ekim 2008 Salı

CUMHURİYET BAYRAMI





BU EN BÜYÜK VE ŞANLI ULUSAL BAYRAMIMIZ HEPİNİZE KUTLU OLSUN

23 Ekim 2008 Perşembe

OTURARAK ÇALIŞANLAR İÇİN BASİT EGZERSİZLER -1-






Önceki yazıma gelen maillerinizden gördüm ki bu sorun hakkında destek isteyenlerin sayısı epeyce çok.
Bedenimizi yanlış kullanmaya bağlı sırt, bel, boyun ağrıları hem iş kaybına neden olmakta hem, mutsuzluk getirmekte hem de, bu mutsuzluk salgın gibi çevremizdekileri de etkilemekte...

Bu durum kader değil.
Daha önce de belirttiğim gibi bu tarz ağrılarda öncelikle bir uzman doktorla görüşmek en doğrusudur. Çünkü bazen çok basit gibi görünen ağrılar, farklı bir rahatsızlığın sinyali olabilir.

Eğer doktorunuzla görüşüp, herhangi bir rahatsızlık olmadığı ortaya çıktıysa, yapacağınız bir kaç basit hareket çalışma ortamınızda bir kaç küçük düzenleme ile bu ağrılardan ve dolayısıyla ağrının getirdiği mutsuzluktan kurtulabilirsiniz.


Öncelikle eğer bilgisayar başında çalışıyorsanız şunu hiç aklınızdan çıkartmayın ki sürekli oturarak yerçekimine karşı duruyorsunuz.

Yerçekimine karşı durmak için kaslarınız kendiliğinden kasılıyor ve zorlanıyor.
Yerçekimine karşı sağlıklı bir şekilde durabilmek için mutlaka kaslarımızın işlerliğini, korumak zorundayız. Kaslarımızın işlerlikleri, esneme ve kasılmadır. Kaslar sadece durmak için yaratılmamıştır. Uzun süreli sabit duruşlar kasların bu temel niteliklerini giderek yok eder.

En önemlisi masanızın, bilgisayarınızın, oturduğunuz koltuğun ergonomik /doğal vücut yapısına uygun/ olması gerekir.
Bunu için,
1) masa, koltuk yüksekliğinizi, dirseklerinizi 90 derecelik açı yapacak yüksekliğe ayarlamalısınız.

2) masa, koltuk mesafenizi, kollarınızı masanızın üzerine uzattığınızda, dirsekleriniz bedeninizin tam yanında olacak şekilde ayarlamalısınız. Unutmayın ki kollarınızın da belli bir ağırlığı var. Bu mesafeyi eğer tam olarak ayarlamazsanız, kollarınızın ağırlığı, zaman geçtikçe omurganıza bir kaç misli olarak yüklenecektir.
3) oturduğunuz koltuk, bedeninizin bacaklarınızla tam 90 dercelik açı yapacak şekilde dik arkalıklı olması ve bel ve boyun boşluklarını doldurması çok önemlidir.

Yukarıdaki düzenlemeleri yaptıktan sonraÇalışmalarınız sırasında yarım saatte bir de aşağıda vereceğim hareketleri yaparsanız hem ağrılarınız en aza iner hem de, çalışmalarınıza yepyeni bir enerji ile devam edebilirsiniz.

1) koltuğunuzu masanızdan biraz uzaklaştırın. Dizlerinize tutunun ve başınızdan başlayarak tüm bedeninizi yavaş yavaş öne eğin. Bunu yaparken sanki her bir omur arasının atrı bir eklem olduğunu düşünün ve her birinin tek tek, sırayla
eğin. Bir kaç saniye bekledikten sonra, gene aynı şekilde düzelin.

2) Koltuğunuzun biraz önüne doğru oturun. Koltuğunuzun arkası ile sırtınız arasında boşluk kalsın. Parmaklarınızı birbirine kenetleyerek avuçlarınız karşıya bakacak şekilde kollarınızı çevirin. Bu durumdayken sırtınızı olabildiği kadar kamburlaştırın. Belinizin koltuğunuzun arkasına değeceğini düşünün. Başınız serbest bir şekilde aşağıda olmalı. Sanki birisi sizi belinizden geriye, bir başkası da ellerinizden öne çekiyor gibi...
Bir süre bekleyin ve yavaşça düzelin.

3) Şimdi ellerinizi koltuğunuzun yanına, tam kalça hizasına koyun. Sırtınız dik. Bu sefer arkaya doğru eğilmeye çalışın. Asla zorlamayın, bedeninizi itmeyin. Beliniz çukurlaşacak, göğsünüz, öne doğru şişecek ve başınız da yumuşak bir şekilde geriye doğru gidecek ( özellikle burada baş hareketi çok önemli. bunu yaparken başınızı geriye götürmeyi değil, çenenizle yukarıdaki bir yeri gösteriyor gibi yapın) birkaç saniye bekledikten sonra düzelin.

4) Şimdi ellerinizi gene birleştirin ve kollarınızı öne doğru uzatın. Sanki karşıdaki uzak bir noktaya dokunmak ister gibi. Sonra yavaşça aynı şekilde bu sefer yukarıya kaldırın. Bir kaç saniye daha böyle durduktan sonra yavaşça düzelin.

Şimdi artık yepyeni bir enerji ile çalışmanıza dönebilirsiniz...

Bir sonraki yazımda birkaç egzersiz daha yazacağım...

Şimdilik sağlıcakla kalın...


20 Ekim 2008 Pazartesi

SIRT AĞRILARI





Tekrar merhabalar,

Bir süredir beden esnekliği konusunda yazmadım.
Çünkü bedenimizdeki pek çok ağrının içsel gerginlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Bu nedenle de düşünsel esnekliğe ağırlık vermekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Ama arada gene de bedenimizle ilgili esneme çalışmalarından söz edeceğim.

Bu gün seçtiğim konu sırt ağrıları...

Eminim aranızda sırt ağrısı çekmeyeniniz yoktur.
Sırt ağrıları, dünya çapında en büyük iş kaybı nedenlerinin başında gelmektedir.
Bu denli, yaygın olan rahatsızlıktan, çok basit önlemlerle kurtulmak veya hiç yakalanmamak elimizde.
Önce ağrı kavramı üzerinde durmak istiyorum.

Ağrı, bedenimizin bir sinyalidir. Ağrı hissini duyduğunuz yerde mutlaka ters giden bir şeyler vardır. Bu nedenle ağrı hissettiğiniz zaman, kulaktan dolma iyileştirme çareleri yerine derhal bir doktora başvurmalısınız. Çünkü bazı durumlarda çok hafif ağrılar, ciddi hastalıkların bir ön sinyali olabilir.

Hep söylediğim gibi ağrı dahil bedeninizde bir rahatsızlık hissediyorusanız lütfen, bu ağrınızı inceleyin.
Ne zamanlar oluyor?
Ne tip bir ağrı?
Sürekli mi yoksa bazı hareketlerde mi oluyor?
Batma tarzı bir ağrımı ?
Tek bir nokta ağrısı mı yoksa yaygın bir ağrı mı?
Gündüzlerimi oluyor yoksa gece uykudan uyandıran bir ağrı mı?
Bu ağrıya eşlik eden, kollarınızda, bacaklarınızda güçsüzlük var mı?

Bu soruların yanıtlarını bulursanız doktorunuzun size yardım etmesini çok kolaylaştırmış olursunuz.

Benim burada ele aldığım sırt ağrıları, doktorunuza başvurup, ciddi bir sorun olmadığı durumlar için geçerlidir.

esneklikprogramı ile ilgili danışmanlık yaptığım herkese söylediğim sözü, burada sizlerle de paylaşmak istiyorum.

"Ağrılı dönemlerinizin kıymetini bilin"

Biliyorum bu söz size oldukça garip geldi. Ama lütfen biraz izin verin göreceksiniz ne kadar doğru olduğunu.

Eğer bir sabah sırtınız tutulmuş olarak uyandınızsa, lütfen, bu ağrı sırasında, neyi nasıl yaptığınıza çok dikkat edin.
Örneğin, bu ağrı ile yataktan ne şekilde kalkabiliyorsunuz?
Oturduğunuz yerden nasıl kalkıyorsunuz? Gibi...

İşte, ağrılarınızın kıymetini bilin derken kast ettiğim budur.
Ağrılı dönemde neyi nasıl yapabiliyorsanız, ağrısız dönemde de onu aynen öyle yapmalısınız.

Çünkü ağrı anında beden, ağrıya neden olan kas ve kemikleri korumak amacıyla bazı hareketlerinizi kısıtlayacaktır.
Bu da demek oluyor ki, ağrısız dönemlerde de bu hasas bölgeleri korumak için aynen o şekilde davranırsanız, hem kaslarınızı hem bel kemiğinizi hem de eklemlerinizi korumuş olursunuz.

Burada bir kaç örnek vermek istiyorum.

1) ağrınız olsun olmasın, yatağa yatarken veya kalkarken mutlaka önce yan dönün ve sonra yatın/ kalkın.
2) oturup kalkarken, mutlaka, oturduğunuz yere tutunun ve yükü sadece bel kemiğinize değil dizlerinizi kırarak dizlerinize de paylaştırın. ( Dizlerinize tutunabilirsiniz)

3) Öne eğilmeniz gerekiyorsa, eğilmek yerine ( aynen bebekliğinizde yaptığınız gibi) çömelin.
( Çömelme konusunda dizleriniz sorun varsa bununla ilgili çok basit bir egzersizi bir sonraki yazımda paylaşacağım)

Bu konudaki soru ve görüşlerinizi bana iletebilirsiniz.
Bu konuyu sürdüreceğim...

Şimdilik hepiniz sağlıcakla kalın...

17 Ekim 2008 Cuma

"PARA= GÜÇ" İNANCI VE İNSANLIK SUÇU




Sevgili arkadaşlar,

Gönderdiğiniz maillerde ülkemizin içinde bulunduğu durum hakkında görüşlerimi ve çıkış ile ilgili önerilerimi paylaşmamı istiyorsunuz.

Ülkemizdeki sorunları biraz daha yukarıdan bakarak incelediğimizde görülecektir ki, para, her türlü değerin yerini almıştır.

Bu durum tüm dünya için geçerlidir. Bir anlamda insanoğlu kendi yarattığı cehennemi yaşamaktadır.

Siyasi, sosyal, hatta inançla ilgili gibi sunulan pek çok olayın ardında da bu "para=güç" ile ilgili bitmez tükenmez açgözlülüğün yattığı çok net görülüyor.

Ne yazık ki, bu durum 21. yüz yıl insanını acınacak halidir.

Evet "para= güç" ile ilgili bu hastalıklı saplantı, insanoğlunun tüm değerleri, güzellikleri, ve insani olan her türlü özelliği yok sayması, insanlık adına acınacak bir durum, bir zavallılıktır.

Şık giyimli, beyaz gömlek kravatlı bir takım insanların, bir kaç kağıt parçasına kendilerini bu denli esir etmeleri, üstelik ( değişim aracı olarak) bu kağıt parçalarına gerçekten ihtiyacı olanların elinden, kandırarak almalarıyla daha da güç sahibi olduklarını düşünmeleri
bir insanlıık suçudur.


Parayı, bir değişim aracı olmaktan çıkartıp, ulaşılması gereken bir hedef, gücün yegane simgesi haline getiren insanlar (!) bilmezler ki bu yarattıkları durum, bu insanlık suçu ilk başta kendilerini yok edecektir.
Çünkü, bu hastalıklı saplantı uğruna içsel değerleri yok ettikleri yetmiyor gibi doğal dengeyi de yok etmekte hiç bir rahatsızlık duymamaktadırlar.

Doğa, yani tek yaşam mekanımızı yok etme pahasına, yapılan bunca yanlış, hastalıklı bir saplantı değil de nedir?

İşte bu durum tüm dünya ülkelerini olduğu gibi bizim ülkemizi de içine almıştır.
Dikkat ederseniz, tüm sorunlar dönüp dolaşıp parada düğümleniyor.
Buna rağmen, bu "para=güç" açgözlülüğü, ülkemizi ve tüm dünya düzeni yıkmak üzeredir.

Yaşanılan ekonomik krizleri biraz araştırırsanız çok net göreceksiniz ki, bunun altında, birilerinin(!) daha çok para, daha çok güç açgözlülüğü yatmaktadır.

Pek çoğunuz bu durumun farkındadır ama ne yapmalı? sorusunun yanıtını bulmak zor gibi görünüyor.

Bu durumdaki kişisel yaklaşımımı sizlerle paylaşmak isterim.

1) Olabildiği kadar " tek benimle olmaz ki" demeden her türlü tasarruf önlemini almak.

2) yakın çevre ve uzaklarla, her türlü
iletişim aracı yolu ile bu konuda insanları aydınlatmak, uyarmak

3) Yurttaşlık görevlerimizin başında gelen oy vererek ülke yönetimini belirlemek aşamasında, bu cehennemi yaratan zihniyete sahip kişileri, "tek bir oy ile olmaz ki" demeden yönetimden uzak tutmak...


Not: sizlerden ricam, yazılarımla ilgili beğenilerinizden çok, bu konularda siz neler yapıyorsunuz, daha başka neler yapılabilir hakkında görüşlerinizi paylaşmanızdır




12 Ekim 2008 Pazar

İNSAN İÇİN İSE, ÖNCE İNSANI BİLMELİ

Sevgili arkadaşlar,


Sizlerden gelen maillerin çoğunda, ülkemizin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal konulara neden değinmediğimi soruyorsunuz.


Aslında değiniyorum.

Nasıl mı?
Size bunu yaşadığım küçük bir olayla anlatayım.
İlk okulda iken öğretmenim bir ödev vermişti ve önümde üç günüm verdı.
Her çocuk gibi hemen babama koştum ve sordum.
Babamın yanıtı o zaman beni çok kızdırmıştı. Babam bana:"sorunun yanıtını yarın vereceğim" dedi.
Heyecenla ertesi günü bekledim. Babam geldi. elinde büyük bir paket vardı.
"Sorunun yanıtı burada" dedi.
Şaşırmıştım. hemen paketi açtım. İçinden o zamanın neredeyse tek olan HAYAT ANSİKLOPEDİSİ çıktı.
Ve hemen ardından babam bana ansiklopedi kullanmasını öğretti.


Açık söyliyeyim o an çok kızmıştım. Ne vardı sanki onca zahmete girmektense, yanıtı veriverseydi.


Ama şimdi ona o kadar çok dua ediyorrum ki...
Çünkü bana hazırcılık yerine araştırarak öğrenmeyi öğretmişti.





Evet arkadaşlar, benim de burada yapmak istediğim aynen bu.


Ekonomi, siyaset, sosyal olayların temeli insan ise;

ÖNCE İNSANI BİLMELİYİZ.



İnsanı, insanın yapısını, düşünce sistemini, algılama sistemini bilmeden insan için hiç bir girişim sonuç vermez.


Anlık / denileni yap/ sistemi sadece anı kurtarır. ( kurtarmış gibi yapar).
Ama sorunlar aynı yerde öylece durur. Durmakla kalmaz, giderek de büyür.
Aynen ülkemizde olduğu gibi.


Anlık ve geçici çabalarla sadece enerjimizi boşa harcarız.
Kalıcı çözümler istiyorsak;
ne için çalıştığımızı bileceğiz,
sebepsonuç ilişkilerini doğru olarak bulacağız,
öngörü yetimizi geliştireceğiz,
empati/ duygudaşlık/ yetimizi geliştireceğiz.


Tüm bunlar size gereksiz zaman kaybı olarak görülebilir.
Ama şöyle bakmak gerek /bu gün/ başlarsak, bir gün kazanmış oluruz.


Bu temelden değişim modelinin zaten bundan 50 yıl önce yapılması gerekirdi.
Yapmadığımız her gün biraz daha sorunlar büyüyor, biraz daha zamanı boşa yitiriyoruz...


Hepinize sevgiler...