ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

3 Kasım 2009 Salı

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ H1N1 VE G.D.O LAR...


Sevgili arkadaşlar


Uzun bir süredir neredeyse tüm sorunlarımızı geride bırakırcasına saplanıp kaldığımız H1N1 virüsü ve aşısından söz etmek istiyorum.


Tüm uzmanların hem fikir olduğu en önemli nokta, bu virüsün başlı başına öldürücülüğü açısından çok da ön sıralarda olmadığı, asıl önemli olanın çok çabuk yayılma gösterme özelliğidir...


Öncelikle şunu söylemek isterim, insanoğlunun bağışıklık sistemini zaafa uğratan pek çok faktör var. Bunlardan en önemlilerinden birisi de, "endişe"dir...


Bununla ilgili pek çok atasözümüz olduğu hepiniz tarafından bilinmektedir.
Örn: "korktuğun şey başına gelir" gibi.


Bazı savlara göre bu virüs, biyolojik silah olarak özellikle üretilmiştir. Bir başka sav ise zaten var 0lan virüs değişime uğramıştır.
Hangisinin doğru olduğu konusunda henüz net bir bilgi yoktur.


Doğada bulunan pek çok yiyecek, içecek, virüs, mikroplara karşı genel bağışıklığımız nasıl oluşur?
Bu sorunun yanıtı, benzer pek çok konuda bize anahtar olacaktır.


İlk insanlar, çeşitli yiyecekleri denediler, çok çeşitli mikrop veya virüsle karşılaştılar.
Bedenleri bu yiyecek içecek, veya mikrop, virüslere karşı bir takım koruyucular(antikorlar) üretti. Bedenlerindeki bu antikorlar, kendilerinden bir sonraki nesillere genler yoluyla geçti. Böylelikle, her yeni nesil, bir öncekilere göre o yiyecek, mikrop veya virüse karşı doğal bir bağışıklıkla yaşamlarını sürdürdüler.


Hiç şüphe yok ki,bu durum, tümden o mikrop veya virüsün neden olduğu hastalıklara karşı yüzde yüz bir koruma sağlamamaktadır. Burada koruyuculuk ve tam bağışıklık yerine, "tanışmak" sözcüğü daha doğru olacaktır.


Şimdi aylardır bizi ve tüm dünya ülkelerini paniğe sevk eden H1N1 virüsü hepimiz için aynen ilk insanın, bedeninde hiç bir antikor olmaksızın ilk kez karşılaştığı bir virüs gibidir.
Evet, ister üretilmiş olsun, ister önceki bir virüsün doğal değişime uğramış hali olsun, bu virüs, tüm insanlar için yenidir. Daha önceden bir "tanışıklığımız" yoktur. Bu nedenle gerek yayılma hızı, gerekse de olası ölümlerden bu denli korkulmaktadır.


Alelacele üretilen aşıların ise, ne gibi yan etkileri olabileceği konusunda, uzmanlar bir türlü hem fikir olamamaktadırlar.
Bu durum da hepimizi büyük bir "endişe"ye sevk etmektedir. ( Yani, sadece hastalık endişesi bile, o hastalığa kapı açmaktadır)
Ben doktor değilim. O nedenle herhangi bir öneride bulunmam doğru değil.
Ancak, şunu unutmamalıyız ki, genel bağışıklığımızı korumakla pek çok hastalığı karşı dayanıklılığımızı arttırabiliriz. Ve bu arada "endişe" nin, başlı başına bağışıklığımızı zaafa uğrattığını da aklımızdan çıkartmamamız gerekir.







Bir önemli konu ise ülkemize ithalatı serbest bırakılan genetiği değiştirilmiş organizmalardır.
Bir kere niçin bir ürünün genetiğini değiştirmek gibi bir fikir doğmuştur?
Kişisel görüşüme göre bu da gene büyük para sahiplerinin paralarına daha çok para eklemek içindir. Evet dünya nüfusu artmaktadır. Bu da (görünürde) gıda sıkıntısı doğurmaktadır. Eğer bu savı doğru kabul edersek, o zaman öncelikle pek büyük ülkelerdeki insanların gıda israfını kesmeleri gerekmektedir. Böylece hem başlarına bela olan obeziteden kurtulurlar, hem de çöpe attıkları veya ihtiyaçlarından fazla tükettikleri besinlerle yüzlerce, belki binlerce kişi doyar.


Bu g.d.o ların bir başka ve henüz öngörülemeyen etkisi ise, az önce söz ettiğim gibi, önceden bu besinlerle hiç bir "tanışıklığımızın" olmamasıdır. Dolayısıyla bu ürünler karşısında da aynen ilk insanlar gibi, bedenimizde hiç bir antikor yoktur ve bu nedenle de çaresiz durumda kalacak olmamızdır.
Şunu hiç unutmayalım ki, insanların bağışıklık sistemlerini, genel beslenmeleri için önemli yiyecekleri, bulundukları coğrafya belirlemiştir.Örn; kuzey kutup bölgesinde yaşayan insanlar, soğuğa karşı korunmak için çok fazla yağ tüketmektedirler. O yağın sadece küçük bir bölümünü, ekvator kuşağında birisine verirsek hasta olur, tüm sindirim sistemi altüst olur. O bölgede örn. bir portakal ağacına veya karpuza rastlamak mümkün değildir.
Yani doğa aslında tüm canlılara, yaşadıkları coğrafi bölgelere göre ihtiyaç duyduğu tüm doğal besinleri sunmuştur.
Bu nedenle Moskova da ilk meşhur Amerikan hamburger zinciri dükkanı açıldığında, Moskovalılar arasında çok yoğun sindirim sorunları çıkmıştır. Çünkü "tanışık" değillerdi. Kendilerine yabancı olan bir besinle karşı karşıyaydılar.


Son sözüm şudur ki, "her şey yerinde ve zamanında doğrudur"
Siz siz olun, doğru, doğal ve yeteri kadar beslenin ve endişeden uzak durun...
Hepinize sevgiler...

 











28 Ekim 2009 Çarşamba

CUMHURİYET BAYRAMI TÜM ULUSUMUZA KUTLU OLSUN


Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar var olacaktır...
Çünkü her birimiz onun koruyucusuyuz...
Hiçkimse, bir an bile unutmasın ki her yeni gelen nesil de, aynı coşku, şeref ve gururla bu görevi üstlenmektedir...

Bu en büyük bayram, tüm ulusumuza kutlu olsun...

12 Ekim 2009 Pazartesi

AÇIK-AÇIKLIK-AÇILIM-AÇILMAK

Deniz, çok geniş, bazen de uçsuz bucaksız bir mekandır.
Birisine denize açılıyorum. Benimle gelir misin? dediğiniz zaman, eğer o kişi maceraperest birisi ise, size: " tabi neden olmasın" der ve katılır. Ama aklı başında, ne yaptığını ve neden yaptığının farkında olarak yaşamayı seçen birisi ise size ilk olarak " iyi de nereye?" diye sorar.

O kişinin size katılması için mutlaka somut bir hedef göstermek zorundasınızdır.
Hatta bu kişi biraz daha analitik düşünen, neden-sonuç ilişkisini irdeleyen, yarar- zarar ikilemini hesaba katan bir kişi ise işiniz daha da zordur.
Çünkü o zaman tüm bu ayrıntıları, somut bir şekilde söylemek zorundasınızdır.

Diyelim ki söylediğiniz.
Bu, gene de o kişinin sizin peşinizden gelmesini sağlamaz.
Çünkü bu denli aklı başında bir kişi, ister istemez "beni davet eden kim?" diye kendi kendine soracaktır.
Bu sorunun yanıtını almak için de sizin kısa bir geçmişinize göz atar.
Verdiğiniz sözlerde ne kadar durdunuz?
Söylediklerinizle yaşamınız tutarlı mı?
Açıkçası güvenilir birisi misiniz?

Denize açılmak harika bir şeydir. Yapacağınız, sadece kıyıda bir mehtap gezisi ise sözüm yok ama bir anda kendinizi açık denizde bulmanız olasılığı var ise dikkat.
Açık denizde başınıza ne geleceği hiç belli olmaz. Fırtına, azgın dalgalar, teknenizin ne kadar sağlam olduğu, teknedeki sizin dışınızdaki kişilerin bu zor şartlara nasıl tepkiler vereceği.
Eğer o teknedekiler, sağlam bir hedef ve amaç için oradalarsa, tüm bu zorluklara kolaylıkla göğüs gereceklerdir. Ama ya, herkes farklı bir hedef ve amaç için oradaysa?

Siz siz olun, denizlere açılmadan, kiminle, nereye, neden gittiğinizden emin olmadan yola çıkmayın.

MERHABALAR


Sevgili dostlar,
çok uzun bir ara verdim yazılarıma, biliyorum.
Anneciğimi sonsuzluğa uğurladıktan sonra yeni bir düzen kurmak epey zamanımı aldı.
Aslında biraz daha alacak gibi görünüyor.
Bu süre içinde, baş sağlığı ve destekleyici mailleriniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Anneciğim ve Babacığımdan mektup


Canımız yavrumuz,

Bak biz şimdi sonsuza kadar beraberiz ve inan çok mutluyuz.

Lütfen sen kendine, yaşadığın çevrene, tüm değerlerine iyi bak.
Bize duyduğun sevgiyi de, şefkati de, özeni de, şimdi onlara yönelt.

Sen yüreği gerçek sevgi dolu bir insansın.
Hatırlarmısın bir gün bahçede, akşam karanlığında, yanlışlıkla bir salyangoza basmıştın ve günlerce seni teselli etmemiz mümkün olmamıştı.
O kadar çok göz yaşı dökmüştün ki, hani o göz yaşlarını toplayabilsek binlerce salyangoza yaşam alanı olurdu.

On iki yıl boyunca Martına ( özür dileriz, sen martı denmesinden hiç hoşlanmazdın.O'nun bir adı var derdin: "canıtın") nasıl bakmıştın. Ta Şileden O'na deniz suyu getiriyordun.
Ya o sokaklardaki kediler, köpekler?
Senin arabanın sesini duyarduymaz yola fırlarlardı. Çünkü
biliyorlardı ki Tuvana anneleri ne olursa olsun onları hiç aç, susuz bırakmaz.

Bu arada ülkemizde olup bitenlerle de çok yakından ilgileniyordun.
Cumhuriyetine Atatürk'üne o kadar bağlıydın ki, Tandoğan mitingine katılabilmek için can atıyordun ama bizi de bırakamıyordun. Sonunda ona da bir çözüm buldun. Bizim her türlü ihtiyacımızı karşıladın, hazırladın, Yanımıza da çok sevgili Saadet Hanımı bırakıp Ankara'ya gittin.
Seni televizyondan izlemiştik. Öylesine gurur duymuştuk ki seninle.

Ya bizim için yaptıkların. Evet her çocuk annesine babasına bağlıdır ve onlar için her türlü fedakarlığı yaparlar. Ama senin farkın, tüm bunları aklınla, sürekli yenilediğin bilginle, ve herşeyden önemlisi yürekler dolusu sevginle yapmandı.
Seninle gurur duyuyoruz yavrumuz.

Lütfen bizim için göz yaşı dökme, üzülme.
Biliyoruz en zor olan; alışkanlıklarından vaz geçmek zorunda kalmaktır.
Ama eminiz ki sen bu dönemi de çok güzel atlatacaksın.
Biz şimdi burada çok ama çok mutluyuz.
Senin de mutlu olman, başarılı, yardımsever olman, tüm canlılara karşı sevgi ve saygı dolu olmayı sürdürmen bizim için en büyük mutluluk kaynağı olacaktır.

Unutma sakın, sen doğal döngüye inanırsın. Ölümü her canlı tadacaktır.

Ölüm bir son değildir.

Yüce Allahın takdiridir.

Seni çok seviyoruz yavrumuz ve inan her an yanıbaşındayız.
Babişkon:Fikret
Anacığın: Nazan


27 Temmuz 2009 Pazartesi

MEDİTASYON


İnsaoğlu kendisini dev aynasında görmeye başladığından beri, bir yandan büyük ilerlemeler (!) kaydetti ama kendisinden de bir o kadar uzaklaştı.

Uzaklaşmak zorunda idi. Çünkü, kendisi olabilse, sadece doğada küçük bir yer aldığını bilir, gücünün sınırlarını bilir, doğayı tahakkümü altına almak gibi komik ve bir o kadar da aşırı güç isteyen işlere kalkmazdı.

Evet çok büyük ilerlemeler kaydetti insanoğlu ama ne/ neler/ pahasına?

İklim dengesi bozuldu.
Atmosferimiz, eskisi gibi güneş ışınlarına karşı koruyucu olma özelliğini yitirdi...
Yer altı suları kurudu...
50 yıllık sulama uğruna yapılan barajlar, hem yer altı sularını kuruttu hem de ömrünü tamamlamış barajların yerinde tuz çölleri oluştu...
Teknoloji adı ile ortaya çıkan manyetik alan karmaşaları, çaresi doğada olmayan pek çok yeni nesil hastalıkların yayılmasına neden oldu...

Kendi yarattığı bu kaos içinde insanoğlu bunalmaya başladı.
Bir yandan bunalımı artarak sürerken, bir yandan da bundan kurtulma yollarını araştırmaya başladı.
Ama gene yanlış yaptı.
Çünkü bu sefer de, kendisine ait olmayanın peşine düştü...
Evet dünyanın bir bölgesindeki insanlar meditasyon yapıyorlar ve bu yolla zihinlerini dinlendirerek, beyin faaliyetlerini güçlendiriyorlardı.
"Onlar yapar da biz yapamazmıyız? Üstelik bunu paraya da dönüştürürüz..." mantı/ksızlı/ğı ile yola çıktı ve gene duvara tosladı.

Çünkü gene hiç hesaba katmadığı doğa kuralı çıktı karşısına.

"Herşey, yerinde doğrudur"

Bir türlü kendisi olamamış insanoğlu, doğanın bu altın kuralını görmezden geldi. Bilemedi ki, insanların yaşam şeklini, alışkanlıklarını, geleneklerini şekillendiren unsurların başında coğrafi koşullar gelmektedir.

Nasıl kuzey kutbuna yakın bölgelerde yaşayan insanlar, soğuktan korunmak için bol miktarda balık yağı tüketiyorsa ve aynı miktarda balık yağı ekvator kuşağında yaşayan bir kişiye hiç de iyi gelmezse...
Nasıl, kuzey ülkelerindeki insanlar, çok daha soğuk karakterli, daha ağır kanlılarsa, buna karşılık sıcak bölgelerdeki insanlar bir o kadar hareketli, sıcak kanlı ise...

Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Bu durumda akla şöyle bir soru gelebilir: " peki, madem öyle meditasyon bir tek uzak doğululara mı özgüdür? Biz zihnimizi nasıl dinlendireceğiz ve beyin gücümüzü nasıl arttıracağız?"

Benim de bu yazıyı yazma nedenim işte bu soruya yanıt vermek.
Evet, hepimizin bu kargaşa içinde, şiddetle zihnimizi dinlendirmeye ihtiyacımız var. Burada dikkat etmemiz gereken, yöntemdir.
Yukarıdaki kuzey kutbundaki insanların balık yağı yemeleri örneği ile bağlantı kuracak olursak, herkesin yemeğe ihtiyacı vardır ama, alışık olduğu, genetik kodlarına işlemiş, kısacası doğanın kendisine sunduğu yiyeceği tercih etmelidir.

Meditasyon, kısaca, dikkati bir yere odaklayarak, zihnin doğal olan hızlı çalışmasını, nispeten yavaşlatmak, dinlendirmektir.

Bunu yapabilmek için, çok basit bir yöntem var.
Gün içinde, hiç düşünmeden yaptığınız pek çok rutin işi, tümüyle düşünerek, aklınızı vererek, tıpkı onu ilk kez yapıyormuşçasına yapmak.

Birden bire çok basit geldi değil mi?
Sadece deneyin. Bir şey yitirmezsiniz. Aksine çok önemli bir yanlış düşünce kalıbınızı çöpe gönderirsiniz.
O da şudur ki, " bir eylem, bizi zorlamıyorsa, uğruna bir yığın para harcamıyorsak bir işe yaramaz"


Bir sonraki yazımda, beynimizi çalıştırmak, güçlendirmek için yapabileceğimiz, (zorlamasız ve bedava:) yöntemden söz edeceğim.

Hepiniz sağlıcakla kalın...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

29 Haziran 2009 Pazartesi

SİZDEN GELENLER





Gene bir süredir yazılarıma ara verdim.
Açıkçası hergün, sürekli yazmak, olayların ayrıntıları arasına sıkıştırıyor beni.
Biraz uzaktan bakabilmek, görebilmek için böyle ara vermek iyi oluyor.

Farkında mısınız bilmem, tüm dünyada insanlar gittikçe yoğunlaşan bir arayış içindeler.
Neden?

Neyi arıyorlar?

Huzuru mu?
Barışı mı?
Bu sorular uzar gider...

Bana göre insanoğlu kendisini arıyor.
Çünkü büyük bir tatminsizlik içinde.

Bundan önceki bir kaç yazımda, insan bedeni ile toplum arasındaki işleyiş açısından benzerlikleri, paralellikleri açıklamaya çalışmıştım.
O seriyi sürdüreceğim.

Kendini bilemeyen, kendisi gibilerin oluşturduğu toplumu nasıl bilecek?

Gelen bazı mailler beni o kadar şaşırtıyor ki...
Örneğin bir kaç gün önce bir bey yazmış:

"Ben 62 yaşındayım. Tüm yaşamım, fakir bir aileden gelmem nedeniyle, yoğun bir şekilde çalışmakla geçti. Şimdi çok param var. Ama nedense hep bir şeyler eksik gibi geliyor. En iyi bildiğim / bana göre tek bildiği/ şey çalışmak olduğu için, bu eksikliği yok etmek için daha çok, daha çok çalışıyorum ama bir türlü o eksiklik yok olmuyor. Hatta sanki daha da çoğalıyor"

Burada özetleyerek verdiğim yazısı bir hayli uzundu.
Kendisine tek bir sorudan ibaret yanıt gönderdim:

"çayınızı kaç şekerli içersiniz?"

Bu sorumu epey yadırgamış olacak ki, anında: "Nasıl yani? Ne alakası var?"
Şeklinde bir mail geldi.

Açıkçası ilk yazısından, gözümün önüne, belki yıllardır çayını veya kahvesini kendisi hazırlamamış, evinde eşi, iş yerinde ise sekreteri veya bir başka kişi hazırlamış getirmiş bir kişi canlanmıştı. Malum, O sürekli çalışmalı, daha çok çalışmalıydı ya...

Elbette yanılmış olabilirdim ama gelen yanıtından yanılmadığımı anladım.
İkinci bir soru ile yanıtladım kendisini:
" Kaç yıldır yalınayak toprağa basmıyorsunuz?

Bu sorumdan sonra, nereye varmak istediğimi anlamıştı ve sadece:"anladım" dedi ve bir süredir yazı gelmiyor.

Umarım gerçekten, doğadan ne kadar uzağa düştüğünü,

yeryüzündeki canlı yaşamın bir parçası olduğunu,

kendisi veya başka bir parçanın aksaması ile tüm dengelerin bozulabileceğini,

toprağa dokunmanın, yalınayak toprak üzerinde yürümenin, hem bedenimizdeki statik elektriği boşaltarak, rahatlattığını, hem de doğanın, sadece bir parçası olduğumuzu, onu ve herşeyi kontrol altına almaya çalışmanın çok aptalca olduğunu,

aşırı derecede çalışarak, elde edeceği paranın, lüksün, kendi gerçek değerine hiç bir şey katmadığını,

hatta, bu aşırı çabanın getirdiği yıpranma ile değerinden / fiziksel ve özellikle ruhsal sağlığından/ yitirdiğini anlamıştır...

Hepinize sevgiler...

7 Haziran 2009 Pazar

TOPLUMUN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ


Toplum yapısı ile insanoğlunun beden yapısı arasındaki benzerliklere daha önceki yazılarımda da dikkat çekiştim.

İnsanlardan oluşan bir yapının, insandan farklı olması zaten beklenemez.

İçinde yaşadığımız toplumdaki gelişmeleri, değişimleri, eğilimleri anlamak için kendimizi çok yakından tanımamızda büyük yarar var.


Gerek siyasi, gerek, sosyal olayları algılayabilmemiz için ve bunları yönetmek, yönlendirebilmek ve kötü gidiş eğilimleri ile baş edebilmek için kendimizi bedenimizi ve tepkilerimizi çok iyi bilmemiz gerek.

Saplıklı bir toplum ancak sağlıklı bireylerden oluşabilir.

Aynen sağlıklı bir bedenin sağlıklı hücrelerden oluştuğu gibi.


Önceki bir yazımda, insan bedenindeki bağışıklık sisteminin toplumdaki karşılığının kültürel birikim, eğitim ve bilgi olduğundan söz etmiştim.

Bedenimize bir mikrop girdiğinde nasıl bağışıklık sistemimiz devreye giriyor ve bu mikropla savaşıyorsa, toplumlara da bir “mikrop” ( topluma zarar verecek fikir, olay, kişi, akım vb.) tolumun bağışıklık sistemi olan kültür, bilgi eğitim devreye girer, girmelidir.

Ama ne yazık ki, nasıl beslenmemize dikkat etmediğimiz zaman bağışıklık hücrelerimiz devre dışı kalıyorsa, toplumlardaki kültürel birikim, eğitim, bilgi yeterince beslenmez ise toplumun da bağışıklığı zaafa uğrar.


Bedenimiz böyle bir durumla karşılaştığında, zarara uğramamış bağışıklık hücreleri, diğerlerinin de görevini üstlenerek mikropla savaşı başlatır. Bu durum bedeni çok yorgun düşürür. Ama doğanın “iyi olmayı” öngörmesi nedeniyle, yorgun düşen beden hareket edemez ve yatarak istirahata çekilir. Bu istirahat döneminde beden yeniden gücünü toplamaya başlar.


Peki, benzer durum toplumlarda yaşandığında bu süreç nasıl işler?


Toplumlarda, insan faktörü devreye girdiği için, bedende olduğu gibi doğal mekanizma büyük ölçüde işlemez. Burada iş, zarar görmemiş kişilere düşmektedir.

Bu kişiler, eğitim, kültür ve bilgi birikimi olanlardır. Bu kişiler, günümüzde aydın olarak nitelenenlerdir. Bu kişilerin görevi, bedenimizdeki zarar görmemiş hücrelerin mücadelesinden biraz daha farklıdır. Çünkü onlar hem savunmayı hem de aynı zamanda zarar görmüş, yani kültür, bilgi eğitimden yoksun kalmış kişileri ikna ederek mücadeleye katmak zorundadırlar.


Bedenimizde olduğu gibi, toplumları yatak istirahatına çekilmeleri mümkün olmadığı için bu mücadele çok daha yoğun ve yorucu olur.

Ama kararlılıkla, inançla bunun da üstesinden gelinebilir. Bunun da en güzel ve en büyük örneği Mustafa Kemal Atatürk’tür



13 Mart 2009 Cuma



Merhabalar sevgili dostlar,
Bir süredir yazılarımı yazamıyorum. Maillerinizle beni yanlız bırakmadığınız için sizlere çok teşekkür ederim. Elimden geldiği kadar hepinizi yanıtlamaya çalıştım.

Diğer blogumla çok meşguldüm. http://onlar-diyorki.blogspot.com

Sürekli izleyicilerim bilirler, burada en çok üzerinde durduğum konu düşünsel esneklik. Diğer blogumda bunu uygulamayı denedim ve çok güzel yorumlar alıyorum. Hayvanların gözüyle, biz insanların(!) dünyası...

Oraya da beklerim...
Hepiniz sevgi ve sağlıcakla kalın...



25 Şubat 2009 Çarşamba

SEN ÜZÜLME ANNECİĞİM




Ne olur sen üzülme anneciğim.
Biliyorum insanlar bizim yaşam alanlarımızı yok ettiler. Etrafta ne bir karış toprak kaldı ne tırnaklarımızı törpüleyecek ağaçlar.
Sen anneciğim, ne zorluklarla bizleri doğurdun. Şöyle böyle hatırlıyorum: yağmurlu bir gecenin sabaha kavuştuğu saatlerdi. Her yer ıslaktı. biliyorum normal yaşam ortamımızda olsa sen mutlaka kuru, sıcak bir yer bulabilirdin bizler için. Çok aradığını, bulamadığını ve çaresizlikten bizleri o ıslak ve soğuk zeminde dünyaya getirdiğini biliyorum
Gene de hatırlıyorum bizleri nasıl kucakladığını, bizleri sıcak tutmak için nasıl gayret gösterdiğini.
Sütün pek yoktu. çünkü çöplerdeki yiyecekler senin sütün için hiç de uygun değildi. Ama sen yılmadın. Bizleri kuytulara saklayıp, yararlı yiyecek birşeyler bulmak için mutfaklardan hırsızlık bile yaptın.

Efendim?
Olamaz... demek o balkonuna girdiğin kadın bizi belediyeye şikayet etmiş ve bizleri öldüreceklermiş öyle mi?

Hayır anneciğim, olmaz öyle şey.
Ne olur sen üzülme. Hem bak bazı insanlar bizi çok seviyorlar. Onlar bizi korurlar.
Bak ben de biraz büyüyeyim hem seni hem kardeşlerimi hem tüm kedileri nasıl koruyacağım.
Anneciğim hatırlıyormusun o teyze bize nasıl mama veriyordu.
Bak bekle şimdi, birazdan gene gelecek ve bizi doyuracak.
Sen üzme kendini anneciğim .
Bak artık ben varım yanında.
Seni çok seviyorum...



DESTEĞİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER




Sevgili arkadaşlar,

"Bu canlara nasıl kıyılır" başlığı altındaki yazıma gösterdiğiniz ilgi ve özellikle destek için sizlere çok teşekkür ederim.

Şimdilik kedilerim yaşamlarını sürdürüyorlar. Henüz bir girişim yok. Genel kanı, yerel seçim öncesi belediyelerin böyle bir uygulama yapmayacağı yönünde.
Umarım ve dilerim ki, bu uygulamayı yapmama nedenleri seçim endişesi değil, yaratılmışı, yaradan dan dolayı sevmeleri olur...

15 Şubat 2009 Pazar

BU CANLARA NASIL KIYILIR?



Sevgili dostlar,

Bu günkü yazımda sizlerle dün yaşadığım ve hala şokunu atlatamadığım bir olayı paylaşmak istiyorum.

Gerçek anlamda içler acısı bir olay.

Aranızda beni tanıyanlarınız, dünya yüzündeki her canlının doğanın , olmazsa olmaz bir parçası olduğuna, her canlının yaşam hakkının kutsallığına olan inancımı bilir.
Hiç bir canlı, bir diğerinden ne daha aşağı ne daha yukarıdadır.
Ama ne yazık ki günümüzde, para hırsının her türlü insani değerin önüne çıkartılmasıyla, insanoğlu kendisini dünyanın hakimi sanmak gibi hastalıklı bir düşünceye kaptırdı.
Evimde 5 tane kedim var. Bunların hepsi, sokakta, yardıma muhtaç durumda bulduğum yavrucaklar. Kimisi poşetin içine konarak yolun ortasına bırakılmış, kimisine araba çarpmış, öylece bacağı asfalta yapışmış bir şekilde, gece yarısı bulduğum yavrucaklar.
Elimden geldiği kadar onları iyileştirmek için çabaladım. Ço şükür şimdi hepsi gayet iyi durumdalar. Ve hepsi benim can dostum.
Bu arada arabamda da sürekli kedi ve köpekler için kuru mama bulundururum ve nerede olursa kedi veya köpek görsem veririm.
Bir seferinde birisi bana :" iyi de yemedikleri mamalar burada mı kalacak" gibi abuk bir soru yöneltti. Ben de ona: " biraz dikkatli bakarsanız burada tek bir mama kalmadığını görürsünüz" dedim. Dememe kalmadı karnı doymuş olan kediler uzaklaşır uzaklaşmaz, bir karga geldi ve tüm kalan mamaları yedi bitirdi.
Bu durumda bana o anlamsız, abuk sabuk soruyu soran kişi ne düşündü bilemiyorum. Suratının aldığı renk gerçi düşündüklerini açıklıyordu da... (yeşile döndü) :)
Bu arada bahçede de bir kaçç kedi var ve doğal olarak onlara da mama veriyorum.
Dün yan komşum geldi. Son derece öfkeliydi. Kucağında da her gün "pisi, pisi" diyerek bizim eve gelmeye çalışan 2 yaşındaki kızı ile...
Çocuklar, doğal bir içgüdü olarak, tüm canlıları severler ve kendileriyle bir hissederler (henüz)...

Komşum doğrudan lafa girdi ve bana, "sen bu kedileri besliyorsun. dün bir tanesi benim balkonuma girmiş ve saksımı (10cm. Çapında bir saksı) devirmiş. Ortalık battı" dedi.
Israrla da beni evine çağırıp, yere dökülmüş bir avuç toprağı gösterdi.
Şaka değil, gerçekten bu durum o nu çıldırtmıştı.
Ben önce, samimiyetle " ben kedilere sadece mama veriyorum, ellerine sıçrayacakları balkonun adresini vermiyorum" dedim.
Çılgınlığı cinnet haline dönüştü ve " artık mama vermeyecsin ve bunlar buradan gidecekler" dedi.
Tartışma bu eksen üzerinde biraz sürerken, 2 yaşındaki kızı benim kedilerden birisiyle çoktan altalta üstüste oynamaya başlamışlardı bile. Bu durum komşumun cinnet durumunu daha da arttırdı.
Sonuç olarak beni /kedileri/, belediyeye şikayet edeceğini söyledi.
Ben de ona " bunu yapmana engel olamam ama sana şunu söyliyeyim, her ne kadar hayvan hakları yasası çıkmış da olsa, belediyeler hala sokak hayvanlarını zehirleyerek katlatmeyi tek geçerli yöntem olarak uyguluyorlar". Dedim.
Eğer böyle bir şey yaparsan, yıllar sonra kızına " balkonuma girip bir avuç toprağı döktü diye tüm kedileri belediyeye toplattırıp öldürttüm" diye nasıl açıklayacaksın?"
İşin en acıklı yanı, biz "üstün insanların (!) iklim koşullarını (para uğruna) altüst ettmemiz sonucu bu havada hamile olan bir kedi doğum yapacak yer aramak için o nun balkonuna girmişti.
Bunu anlattım. Bu durumdaki bir kediye nasıl kıyarsın" dediğimde sessiz kalmayı yeğledi. ( nedense?)
Şu an kedicik ortalarda yok. Muhtemelen bir ağaç altında yavrularını doğurdu ve şimdi onları bu soğukta yaşatmaya çalışıyor.
Komşum mu?
Muhtemelen yarın belediyeye şikayet edecek ve belediye de tek rutin uygulamasını gerçekleştirecek.
İşte sizlerle bunu paylaşmak istedim dostlar.
Yarın ne olacak bilmiyorum.

Lütfen o canlar için daha da önemlisi tüm insan cinsinden olanların içlerine vicdan ve sevgi duygusunun uyanması dua edelim.



5 Şubat 2009 Perşembe

GÜZEL BİR GÜN, KENDİNİZE GÜNAYDIN DEMENİZLE BAŞLAR

Güneşin ilk ışıklarını yeniden yaymaya başladığı şu saatleri çok seviyorum.
Yeniden bir doğuş sanki.

Günümüzü nasıl geçirmek istiyorsak, o şekilde planlayabileceğimiz anlardır bu anlar.

Bulunduğunuz yerde hava bulutlu olabilir. Ama bu güneşin olmadığı anlamına gelmez. Hatta belki böylesi daha da iyi olabilir. Şöyle ki, gözlerinizi kapatın ve güneşin o sımsıcak ısısını bedeninizde ve ruhunuzun derinliklerinde hissetmeye çalışın. Göreceksiniz bir kaç saniye sonra tüm bedeniniz ve ruhunuz bununla ısınacaktır.

Daha sonra kendi kendinize, bu muhteşem doğanın bir parçası olduğunuzu hatırlatın.
Evet, hepimiz doğanın bir parçasıyız. Dolayısıyla bu güzelliklerin bir parçası bizim içimizde de var. Onu fark etmeye çalışın.

Sonra aynanın karşısına geçin ve kendinize gülşümseyerek "günaydın" deyin.
Biliyor musunuz bazen /...mış/ gibi yapmak çok işe yarar. İçinizden somurtmak geldiği zamanlar da bile eğer gülümserseniz, zihninizi kandırabilirsiniz. Siz gülümsediğinizde, zihniniz somurtma nedeninizin ortadan kalktığını sanacak ve rahatlayacaksınız.

Bugün bir değişiklik yapın ve kendinizle ilgili hiç bir olumsuz sözcük kullanmayın.
Unutmayın ne düşünüyorsak /o/ oluruz.

Hepinize mutlu, aydınlık, güzel bir gün dilerim...