ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

29 Haziran 2009 Pazartesi

SİZDEN GELENLER





Gene bir süredir yazılarıma ara verdim.
Açıkçası hergün, sürekli yazmak, olayların ayrıntıları arasına sıkıştırıyor beni.
Biraz uzaktan bakabilmek, görebilmek için böyle ara vermek iyi oluyor.

Farkında mısınız bilmem, tüm dünyada insanlar gittikçe yoğunlaşan bir arayış içindeler.
Neden?

Neyi arıyorlar?

Huzuru mu?
Barışı mı?
Bu sorular uzar gider...

Bana göre insanoğlu kendisini arıyor.
Çünkü büyük bir tatminsizlik içinde.

Bundan önceki bir kaç yazımda, insan bedeni ile toplum arasındaki işleyiş açısından benzerlikleri, paralellikleri açıklamaya çalışmıştım.
O seriyi sürdüreceğim.

Kendini bilemeyen, kendisi gibilerin oluşturduğu toplumu nasıl bilecek?

Gelen bazı mailler beni o kadar şaşırtıyor ki...
Örneğin bir kaç gün önce bir bey yazmış:

"Ben 62 yaşındayım. Tüm yaşamım, fakir bir aileden gelmem nedeniyle, yoğun bir şekilde çalışmakla geçti. Şimdi çok param var. Ama nedense hep bir şeyler eksik gibi geliyor. En iyi bildiğim / bana göre tek bildiği/ şey çalışmak olduğu için, bu eksikliği yok etmek için daha çok, daha çok çalışıyorum ama bir türlü o eksiklik yok olmuyor. Hatta sanki daha da çoğalıyor"

Burada özetleyerek verdiğim yazısı bir hayli uzundu.
Kendisine tek bir sorudan ibaret yanıt gönderdim:

"çayınızı kaç şekerli içersiniz?"

Bu sorumu epey yadırgamış olacak ki, anında: "Nasıl yani? Ne alakası var?"
Şeklinde bir mail geldi.

Açıkçası ilk yazısından, gözümün önüne, belki yıllardır çayını veya kahvesini kendisi hazırlamamış, evinde eşi, iş yerinde ise sekreteri veya bir başka kişi hazırlamış getirmiş bir kişi canlanmıştı. Malum, O sürekli çalışmalı, daha çok çalışmalıydı ya...

Elbette yanılmış olabilirdim ama gelen yanıtından yanılmadığımı anladım.
İkinci bir soru ile yanıtladım kendisini:
" Kaç yıldır yalınayak toprağa basmıyorsunuz?

Bu sorumdan sonra, nereye varmak istediğimi anlamıştı ve sadece:"anladım" dedi ve bir süredir yazı gelmiyor.

Umarım gerçekten, doğadan ne kadar uzağa düştüğünü,

yeryüzündeki canlı yaşamın bir parçası olduğunu,

kendisi veya başka bir parçanın aksaması ile tüm dengelerin bozulabileceğini,

toprağa dokunmanın, yalınayak toprak üzerinde yürümenin, hem bedenimizdeki statik elektriği boşaltarak, rahatlattığını, hem de doğanın, sadece bir parçası olduğumuzu, onu ve herşeyi kontrol altına almaya çalışmanın çok aptalca olduğunu,

aşırı derecede çalışarak, elde edeceği paranın, lüksün, kendi gerçek değerine hiç bir şey katmadığını,

hatta, bu aşırı çabanın getirdiği yıpranma ile değerinden / fiziksel ve özellikle ruhsal sağlığından/ yitirdiğini anlamıştır...

Hepinize sevgiler...

7 Haziran 2009 Pazar

TOPLUMUN BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ


Toplum yapısı ile insanoğlunun beden yapısı arasındaki benzerliklere daha önceki yazılarımda da dikkat çekiştim.

İnsanlardan oluşan bir yapının, insandan farklı olması zaten beklenemez.

İçinde yaşadığımız toplumdaki gelişmeleri, değişimleri, eğilimleri anlamak için kendimizi çok yakından tanımamızda büyük yarar var.


Gerek siyasi, gerek, sosyal olayları algılayabilmemiz için ve bunları yönetmek, yönlendirebilmek ve kötü gidiş eğilimleri ile baş edebilmek için kendimizi bedenimizi ve tepkilerimizi çok iyi bilmemiz gerek.

Saplıklı bir toplum ancak sağlıklı bireylerden oluşabilir.

Aynen sağlıklı bir bedenin sağlıklı hücrelerden oluştuğu gibi.


Önceki bir yazımda, insan bedenindeki bağışıklık sisteminin toplumdaki karşılığının kültürel birikim, eğitim ve bilgi olduğundan söz etmiştim.

Bedenimize bir mikrop girdiğinde nasıl bağışıklık sistemimiz devreye giriyor ve bu mikropla savaşıyorsa, toplumlara da bir “mikrop” ( topluma zarar verecek fikir, olay, kişi, akım vb.) tolumun bağışıklık sistemi olan kültür, bilgi eğitim devreye girer, girmelidir.

Ama ne yazık ki, nasıl beslenmemize dikkat etmediğimiz zaman bağışıklık hücrelerimiz devre dışı kalıyorsa, toplumlardaki kültürel birikim, eğitim, bilgi yeterince beslenmez ise toplumun da bağışıklığı zaafa uğrar.


Bedenimiz böyle bir durumla karşılaştığında, zarara uğramamış bağışıklık hücreleri, diğerlerinin de görevini üstlenerek mikropla savaşı başlatır. Bu durum bedeni çok yorgun düşürür. Ama doğanın “iyi olmayı” öngörmesi nedeniyle, yorgun düşen beden hareket edemez ve yatarak istirahata çekilir. Bu istirahat döneminde beden yeniden gücünü toplamaya başlar.


Peki, benzer durum toplumlarda yaşandığında bu süreç nasıl işler?


Toplumlarda, insan faktörü devreye girdiği için, bedende olduğu gibi doğal mekanizma büyük ölçüde işlemez. Burada iş, zarar görmemiş kişilere düşmektedir.

Bu kişiler, eğitim, kültür ve bilgi birikimi olanlardır. Bu kişiler, günümüzde aydın olarak nitelenenlerdir. Bu kişilerin görevi, bedenimizdeki zarar görmemiş hücrelerin mücadelesinden biraz daha farklıdır. Çünkü onlar hem savunmayı hem de aynı zamanda zarar görmüş, yani kültür, bilgi eğitimden yoksun kalmış kişileri ikna ederek mücadeleye katmak zorundadırlar.


Bedenimizde olduğu gibi, toplumları yatak istirahatına çekilmeleri mümkün olmadığı için bu mücadele çok daha yoğun ve yorucu olur.

Ama kararlılıkla, inançla bunun da üstesinden gelinebilir. Bunun da en güzel ve en büyük örneği Mustafa Kemal Atatürk’tür