ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

31 Ekim 2008 Cuma

KAPİTALİZM





Uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar...

Sevgili dostlar bu gün tekrar düşünsel esnekliğe dönmek istiyorum.

Beynimizin derinlerine işlemiş ve en kötüsü, kendi isteğimizle değil, dayatma ile oluşmuş ezber kalıpları kırmak kendimize yapacağımız en büyük iyiliktir...

Bunu hiç aklımızdan çıkartmayalım.
Çünkü ne yazık ki bizler, tüm insanlar, bu kalıplar ile yönetiliyoruz.

Bu kalıplardan birisi de kapitalizmin bir ekonomik model olması bilgisidir.
Evet, teorik açıdan bir noktaya kadar doğru sayılabilir. Ama sadece bir ekonomik model midir diye sorarsak, yanıt kesinlikle HAYIRdır...
Özellikle sonuçları açısından.

Kapiatalizm, 16, 17 yüzyıllarda Avrupada ortaya çıkmaya başlamıştır. Sözlüklerde, üretim araçlarının çoğunun özel sektörün elinde olduğu bir ekonomik sistem gibi, kibar (!), basit, ve de masum (!) bir açıklaması olsa da,

Kapitalizm, parayı bir değişim aracı olarak görmez, onu bir güç simgesi olarak ele alır.
Birilerinin bu gücü (!) elde edebilmeleri için ise diğer birilerinin sürekli olarak tüketmeleri gerekmektedir. Hem de insafsızca.
Bu arada kapitalistler, çıkarları birbirine bağlamakta da pek maharetlidir. Şöyle ki " bana para kazandır, sen de kazan" ilkesi ile pek çok sektör oluşturmuşlardır.
Bunu yaparken de kendi paralarıyla (!) (güçleriyle) nasıl tatlı (!) bir yaşam sürdürdüklerini göstererek, kendilerini besleyecek sektörleri özendirmektedirler.


Reklam, kapitalizmin en büyük silahıdır.
Bu sistem, başlangıçta da söz ettiğim gibi, insanların zihinlerini ele geçirmektedir.
İnsanların bilinçaltlarına yönelik, giderek çok daha ileri düzeyde şartlanmalarla, bu sistemi yaygınlaştırmaktadır.

Bir örnek vermek isterim;
Hiç düşündünüz mü büyük marketlerde neden makarna reyonunun hemen yanında ketçaplar bulunur?
Televizyon reklamlarında sürekli olarak makarnanın ketçaplı resimleri ile beyniniz yıkanmıştır, markete gittiğinizde ise ketçepı makarnanın yanında görünce bilinç dışı olarak onu almak gelir içinizden.
Yani tüketmek...
Hiç kimse ketçapsız makarna yediği için ölmemiştir oysa...


Buna rağmen, kesinlikle ihtiyacınız olmadığı halde alırsınız.
Bu örnekleri lütfen siz çoğaltın.

Beynimizi bu şartlanmalardan kurtarmanın tek yolu düşünsel esneklik kazanmaktır.
Şöyle ki, tüketmek konusunda, bir girişimde bulunacağınız zaman kendi kendimize şöyle soralım: "GERÇEKTEN BUNA İHTİYACIM VAR MI?

Bu soru ve vereceğiniz samimi yanıt düşüncelerinizi esnetmekte ve beynimizde oluşturulmuş şartlanmaları aşmakta ilk ve en büyük adım olacaktır.

Tabi eğer, birilerinin sizi kendi çıkarları için şartlandırarak yönlendirmesini istemiyorsanız.

Yoksa istiyormusunuz?

Kapitalizmin beynimizde oluşturduğu şartlanmalar ve sonuçlarına bir sonraki yazımda devam edeceğim...


28 Ekim 2008 Salı

CUMHURİYET BAYRAMI





BU EN BÜYÜK VE ŞANLI ULUSAL BAYRAMIMIZ HEPİNİZE KUTLU OLSUN

23 Ekim 2008 Perşembe

OTURARAK ÇALIŞANLAR İÇİN BASİT EGZERSİZLER -1-






Önceki yazıma gelen maillerinizden gördüm ki bu sorun hakkında destek isteyenlerin sayısı epeyce çok.
Bedenimizi yanlış kullanmaya bağlı sırt, bel, boyun ağrıları hem iş kaybına neden olmakta hem, mutsuzluk getirmekte hem de, bu mutsuzluk salgın gibi çevremizdekileri de etkilemekte...

Bu durum kader değil.
Daha önce de belirttiğim gibi bu tarz ağrılarda öncelikle bir uzman doktorla görüşmek en doğrusudur. Çünkü bazen çok basit gibi görünen ağrılar, farklı bir rahatsızlığın sinyali olabilir.

Eğer doktorunuzla görüşüp, herhangi bir rahatsızlık olmadığı ortaya çıktıysa, yapacağınız bir kaç basit hareket çalışma ortamınızda bir kaç küçük düzenleme ile bu ağrılardan ve dolayısıyla ağrının getirdiği mutsuzluktan kurtulabilirsiniz.


Öncelikle eğer bilgisayar başında çalışıyorsanız şunu hiç aklınızdan çıkartmayın ki sürekli oturarak yerçekimine karşı duruyorsunuz.

Yerçekimine karşı durmak için kaslarınız kendiliğinden kasılıyor ve zorlanıyor.
Yerçekimine karşı sağlıklı bir şekilde durabilmek için mutlaka kaslarımızın işlerliğini, korumak zorundayız. Kaslarımızın işlerlikleri, esneme ve kasılmadır. Kaslar sadece durmak için yaratılmamıştır. Uzun süreli sabit duruşlar kasların bu temel niteliklerini giderek yok eder.

En önemlisi masanızın, bilgisayarınızın, oturduğunuz koltuğun ergonomik /doğal vücut yapısına uygun/ olması gerekir.
Bunu için,
1) masa, koltuk yüksekliğinizi, dirseklerinizi 90 derecelik açı yapacak yüksekliğe ayarlamalısınız.

2) masa, koltuk mesafenizi, kollarınızı masanızın üzerine uzattığınızda, dirsekleriniz bedeninizin tam yanında olacak şekilde ayarlamalısınız. Unutmayın ki kollarınızın da belli bir ağırlığı var. Bu mesafeyi eğer tam olarak ayarlamazsanız, kollarınızın ağırlığı, zaman geçtikçe omurganıza bir kaç misli olarak yüklenecektir.
3) oturduğunuz koltuk, bedeninizin bacaklarınızla tam 90 dercelik açı yapacak şekilde dik arkalıklı olması ve bel ve boyun boşluklarını doldurması çok önemlidir.

Yukarıdaki düzenlemeleri yaptıktan sonraÇalışmalarınız sırasında yarım saatte bir de aşağıda vereceğim hareketleri yaparsanız hem ağrılarınız en aza iner hem de, çalışmalarınıza yepyeni bir enerji ile devam edebilirsiniz.

1) koltuğunuzu masanızdan biraz uzaklaştırın. Dizlerinize tutunun ve başınızdan başlayarak tüm bedeninizi yavaş yavaş öne eğin. Bunu yaparken sanki her bir omur arasının atrı bir eklem olduğunu düşünün ve her birinin tek tek, sırayla
eğin. Bir kaç saniye bekledikten sonra, gene aynı şekilde düzelin.

2) Koltuğunuzun biraz önüne doğru oturun. Koltuğunuzun arkası ile sırtınız arasında boşluk kalsın. Parmaklarınızı birbirine kenetleyerek avuçlarınız karşıya bakacak şekilde kollarınızı çevirin. Bu durumdayken sırtınızı olabildiği kadar kamburlaştırın. Belinizin koltuğunuzun arkasına değeceğini düşünün. Başınız serbest bir şekilde aşağıda olmalı. Sanki birisi sizi belinizden geriye, bir başkası da ellerinizden öne çekiyor gibi...
Bir süre bekleyin ve yavaşça düzelin.

3) Şimdi ellerinizi koltuğunuzun yanına, tam kalça hizasına koyun. Sırtınız dik. Bu sefer arkaya doğru eğilmeye çalışın. Asla zorlamayın, bedeninizi itmeyin. Beliniz çukurlaşacak, göğsünüz, öne doğru şişecek ve başınız da yumuşak bir şekilde geriye doğru gidecek ( özellikle burada baş hareketi çok önemli. bunu yaparken başınızı geriye götürmeyi değil, çenenizle yukarıdaki bir yeri gösteriyor gibi yapın) birkaç saniye bekledikten sonra düzelin.

4) Şimdi ellerinizi gene birleştirin ve kollarınızı öne doğru uzatın. Sanki karşıdaki uzak bir noktaya dokunmak ister gibi. Sonra yavaşça aynı şekilde bu sefer yukarıya kaldırın. Bir kaç saniye daha böyle durduktan sonra yavaşça düzelin.

Şimdi artık yepyeni bir enerji ile çalışmanıza dönebilirsiniz...

Bir sonraki yazımda birkaç egzersiz daha yazacağım...

Şimdilik sağlıcakla kalın...


20 Ekim 2008 Pazartesi

SIRT AĞRILARI





Tekrar merhabalar,

Bir süredir beden esnekliği konusunda yazmadım.
Çünkü bedenimizdeki pek çok ağrının içsel gerginlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Bu nedenle de düşünsel esnekliğe ağırlık vermekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Ama arada gene de bedenimizle ilgili esneme çalışmalarından söz edeceğim.

Bu gün seçtiğim konu sırt ağrıları...

Eminim aranızda sırt ağrısı çekmeyeniniz yoktur.
Sırt ağrıları, dünya çapında en büyük iş kaybı nedenlerinin başında gelmektedir.
Bu denli, yaygın olan rahatsızlıktan, çok basit önlemlerle kurtulmak veya hiç yakalanmamak elimizde.
Önce ağrı kavramı üzerinde durmak istiyorum.

Ağrı, bedenimizin bir sinyalidir. Ağrı hissini duyduğunuz yerde mutlaka ters giden bir şeyler vardır. Bu nedenle ağrı hissettiğiniz zaman, kulaktan dolma iyileştirme çareleri yerine derhal bir doktora başvurmalısınız. Çünkü bazı durumlarda çok hafif ağrılar, ciddi hastalıkların bir ön sinyali olabilir.

Hep söylediğim gibi ağrı dahil bedeninizde bir rahatsızlık hissediyorusanız lütfen, bu ağrınızı inceleyin.
Ne zamanlar oluyor?
Ne tip bir ağrı?
Sürekli mi yoksa bazı hareketlerde mi oluyor?
Batma tarzı bir ağrımı ?
Tek bir nokta ağrısı mı yoksa yaygın bir ağrı mı?
Gündüzlerimi oluyor yoksa gece uykudan uyandıran bir ağrı mı?
Bu ağrıya eşlik eden, kollarınızda, bacaklarınızda güçsüzlük var mı?

Bu soruların yanıtlarını bulursanız doktorunuzun size yardım etmesini çok kolaylaştırmış olursunuz.

Benim burada ele aldığım sırt ağrıları, doktorunuza başvurup, ciddi bir sorun olmadığı durumlar için geçerlidir.

esneklikprogramı ile ilgili danışmanlık yaptığım herkese söylediğim sözü, burada sizlerle de paylaşmak istiyorum.

"Ağrılı dönemlerinizin kıymetini bilin"

Biliyorum bu söz size oldukça garip geldi. Ama lütfen biraz izin verin göreceksiniz ne kadar doğru olduğunu.

Eğer bir sabah sırtınız tutulmuş olarak uyandınızsa, lütfen, bu ağrı sırasında, neyi nasıl yaptığınıza çok dikkat edin.
Örneğin, bu ağrı ile yataktan ne şekilde kalkabiliyorsunuz?
Oturduğunuz yerden nasıl kalkıyorsunuz? Gibi...

İşte, ağrılarınızın kıymetini bilin derken kast ettiğim budur.
Ağrılı dönemde neyi nasıl yapabiliyorsanız, ağrısız dönemde de onu aynen öyle yapmalısınız.

Çünkü ağrı anında beden, ağrıya neden olan kas ve kemikleri korumak amacıyla bazı hareketlerinizi kısıtlayacaktır.
Bu da demek oluyor ki, ağrısız dönemlerde de bu hasas bölgeleri korumak için aynen o şekilde davranırsanız, hem kaslarınızı hem bel kemiğinizi hem de eklemlerinizi korumuş olursunuz.

Burada bir kaç örnek vermek istiyorum.

1) ağrınız olsun olmasın, yatağa yatarken veya kalkarken mutlaka önce yan dönün ve sonra yatın/ kalkın.
2) oturup kalkarken, mutlaka, oturduğunuz yere tutunun ve yükü sadece bel kemiğinize değil dizlerinizi kırarak dizlerinize de paylaştırın. ( Dizlerinize tutunabilirsiniz)

3) Öne eğilmeniz gerekiyorsa, eğilmek yerine ( aynen bebekliğinizde yaptığınız gibi) çömelin.
( Çömelme konusunda dizleriniz sorun varsa bununla ilgili çok basit bir egzersizi bir sonraki yazımda paylaşacağım)

Bu konudaki soru ve görüşlerinizi bana iletebilirsiniz.
Bu konuyu sürdüreceğim...

Şimdilik hepiniz sağlıcakla kalın...

17 Ekim 2008 Cuma

"PARA= GÜÇ" İNANCI VE İNSANLIK SUÇU




Sevgili arkadaşlar,

Gönderdiğiniz maillerde ülkemizin içinde bulunduğu durum hakkında görüşlerimi ve çıkış ile ilgili önerilerimi paylaşmamı istiyorsunuz.

Ülkemizdeki sorunları biraz daha yukarıdan bakarak incelediğimizde görülecektir ki, para, her türlü değerin yerini almıştır.

Bu durum tüm dünya için geçerlidir. Bir anlamda insanoğlu kendi yarattığı cehennemi yaşamaktadır.

Siyasi, sosyal, hatta inançla ilgili gibi sunulan pek çok olayın ardında da bu "para=güç" ile ilgili bitmez tükenmez açgözlülüğün yattığı çok net görülüyor.

Ne yazık ki, bu durum 21. yüz yıl insanını acınacak halidir.

Evet "para= güç" ile ilgili bu hastalıklı saplantı, insanoğlunun tüm değerleri, güzellikleri, ve insani olan her türlü özelliği yok sayması, insanlık adına acınacak bir durum, bir zavallılıktır.

Şık giyimli, beyaz gömlek kravatlı bir takım insanların, bir kaç kağıt parçasına kendilerini bu denli esir etmeleri, üstelik ( değişim aracı olarak) bu kağıt parçalarına gerçekten ihtiyacı olanların elinden, kandırarak almalarıyla daha da güç sahibi olduklarını düşünmeleri
bir insanlıık suçudur.


Parayı, bir değişim aracı olmaktan çıkartıp, ulaşılması gereken bir hedef, gücün yegane simgesi haline getiren insanlar (!) bilmezler ki bu yarattıkları durum, bu insanlık suçu ilk başta kendilerini yok edecektir.
Çünkü, bu hastalıklı saplantı uğruna içsel değerleri yok ettikleri yetmiyor gibi doğal dengeyi de yok etmekte hiç bir rahatsızlık duymamaktadırlar.

Doğa, yani tek yaşam mekanımızı yok etme pahasına, yapılan bunca yanlış, hastalıklı bir saplantı değil de nedir?

İşte bu durum tüm dünya ülkelerini olduğu gibi bizim ülkemizi de içine almıştır.
Dikkat ederseniz, tüm sorunlar dönüp dolaşıp parada düğümleniyor.
Buna rağmen, bu "para=güç" açgözlülüğü, ülkemizi ve tüm dünya düzeni yıkmak üzeredir.

Yaşanılan ekonomik krizleri biraz araştırırsanız çok net göreceksiniz ki, bunun altında, birilerinin(!) daha çok para, daha çok güç açgözlülüğü yatmaktadır.

Pek çoğunuz bu durumun farkındadır ama ne yapmalı? sorusunun yanıtını bulmak zor gibi görünüyor.

Bu durumdaki kişisel yaklaşımımı sizlerle paylaşmak isterim.

1) Olabildiği kadar " tek benimle olmaz ki" demeden her türlü tasarruf önlemini almak.

2) yakın çevre ve uzaklarla, her türlü
iletişim aracı yolu ile bu konuda insanları aydınlatmak, uyarmak

3) Yurttaşlık görevlerimizin başında gelen oy vererek ülke yönetimini belirlemek aşamasında, bu cehennemi yaratan zihniyete sahip kişileri, "tek bir oy ile olmaz ki" demeden yönetimden uzak tutmak...


Not: sizlerden ricam, yazılarımla ilgili beğenilerinizden çok, bu konularda siz neler yapıyorsunuz, daha başka neler yapılabilir hakkında görüşlerinizi paylaşmanızdır




12 Ekim 2008 Pazar

İNSAN İÇİN İSE, ÖNCE İNSANI BİLMELİ

Sevgili arkadaşlar,


Sizlerden gelen maillerin çoğunda, ülkemizin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve sosyal konulara neden değinmediğimi soruyorsunuz.


Aslında değiniyorum.

Nasıl mı?
Size bunu yaşadığım küçük bir olayla anlatayım.
İlk okulda iken öğretmenim bir ödev vermişti ve önümde üç günüm verdı.
Her çocuk gibi hemen babama koştum ve sordum.
Babamın yanıtı o zaman beni çok kızdırmıştı. Babam bana:"sorunun yanıtını yarın vereceğim" dedi.
Heyecenla ertesi günü bekledim. Babam geldi. elinde büyük bir paket vardı.
"Sorunun yanıtı burada" dedi.
Şaşırmıştım. hemen paketi açtım. İçinden o zamanın neredeyse tek olan HAYAT ANSİKLOPEDİSİ çıktı.
Ve hemen ardından babam bana ansiklopedi kullanmasını öğretti.


Açık söyliyeyim o an çok kızmıştım. Ne vardı sanki onca zahmete girmektense, yanıtı veriverseydi.


Ama şimdi ona o kadar çok dua ediyorrum ki...
Çünkü bana hazırcılık yerine araştırarak öğrenmeyi öğretmişti.





Evet arkadaşlar, benim de burada yapmak istediğim aynen bu.


Ekonomi, siyaset, sosyal olayların temeli insan ise;

ÖNCE İNSANI BİLMELİYİZ.



İnsanı, insanın yapısını, düşünce sistemini, algılama sistemini bilmeden insan için hiç bir girişim sonuç vermez.


Anlık / denileni yap/ sistemi sadece anı kurtarır. ( kurtarmış gibi yapar).
Ama sorunlar aynı yerde öylece durur. Durmakla kalmaz, giderek de büyür.
Aynen ülkemizde olduğu gibi.


Anlık ve geçici çabalarla sadece enerjimizi boşa harcarız.
Kalıcı çözümler istiyorsak;
ne için çalıştığımızı bileceğiz,
sebepsonuç ilişkilerini doğru olarak bulacağız,
öngörü yetimizi geliştireceğiz,
empati/ duygudaşlık/ yetimizi geliştireceğiz.


Tüm bunlar size gereksiz zaman kaybı olarak görülebilir.
Ama şöyle bakmak gerek /bu gün/ başlarsak, bir gün kazanmış oluruz.


Bu temelden değişim modelinin zaten bundan 50 yıl önce yapılması gerekirdi.
Yapmadığımız her gün biraz daha sorunlar büyüyor, biraz daha zamanı boşa yitiriyoruz...


Hepinize sevgiler...

7 Ekim 2008 Salı

KÜÇÜK BİR AÇIKLAMA




Sevgili arkadaşlar,

Öncelikle gönderdiğiniz mailler için hepinize çok teşekkür ederim.Elimden geldiği kadar hiç bir maili yanıtsız bırakmıyorum.

Ancak bir konuya açıklık getirmek isterim; ESNEKLİK PROGRAMInın ana amacı, iç dünyamız ve dolayısıyla bedenimizdeki katılıklardan kurtulmak ve doğal olan esneklik düzeyimize ulaşmaktır.

Bedensel katılıklarımızın da yüzde doksan nedeni iç dünyamızdaki ve düşünce sistemimizdeki katılıklardır.

Bu nedenle farklı konulardaki düşünsel yaklaşımlarımızı örneklerle anlatmak, her sorunun bir çözümünün mutlaka olduğunu göstermek, ayrıca, sorun gibi algıladığımız pek çok etkenin de aslında sorun olmadığını açıklamak için farklı konulara değiniyorum...

Düşünsel yaklaşımlarımızda ne ölçüde esnek olabilirsek, sorunların çözümü konusunda o kadar başarılı oluruz. Buna bağlı olarak da, bedensel katılıklarımızdan, gerilimlerden o ölçüde kurtuluruz

Sizlere küçük bir örnekle bunu daha net açıklayabilirim; çok ince bir zincir düşünün. Ve bu zincir düğüm olmuş. Siz de onu açmak i,stiyorsunuz.
Ne kadar gererseniz açmanız o kadar zorlaşır. Bunun yerine zinciri olabildiği kadar gevşetitiğinizde ise düğümü çözmeniz o ölçüde kolaylaşacaktır.

Elbette pek çoğunuzun istediği gibi ESNEKLİK PROGRAMInın bedensel yanı üzerinde de zaman zaman duracağım.

Hepinize esenlikler dilerim.


6 Ekim 2008 Pazartesi

YAPMAK, BAŞARMAKTIR

konuşanlar

YAPAN



Tekrar merhabalar,

Gönderdiğiniz mailleri elimden geldiği kadar hemen yanıtlamaya çalışıyorum. Ama bazen gecikmeler oluyor. Bunun için beni affedin lütfen.

Bu gün gene katı düşünce kalıplarımızı gözden geçireceğiz.

Bazı düşünce kalıplarımız o kadar katılaşmıştır ki, bu durum insanların / ne etliye ne sütlüye karışmadan/ rahat (!) yaşamalarının temelini oluşturur.

Oysaki, kendisine, yakınlarına ve kendisine ait olana karşı bir girişime tepki göstermek insanın doğasında olan bir özelliktir.

Peki hal böyleyken, nasıl bir etki ile bu içgüdüsel davranıştan uzaklaştırılabiliyor insanlar?
Bu sorunun yanıtını benim gibi sizler de biliyorsunuz.

Çağdaşlık adı altında, tüm dünyada yerleştirilmeye çalışılan ve ne yazık ki büyük ölçüde de başarılan /paraya tapma/ modeli, insanların bu içgüdüsel savunma mekanizmasını yok ediyor.

Evet paraya tapma, herşeyi parayla karşılaştırma, para uğruna canını tehlikeye atma gibi daha pek çok felaket insanların tepesinde dolaşmakta.



Ülkemizde ne yazık ki bu kötü değişimden payına düşeni alıyor.
Çevrenize şöyle bir göz gezdirirseniz, üç tip insan göreceksiniz


1) ...... BEKLEYENLER
2) ...... KONUŞANLAR
3) ...... YAPANLAR

Şimdi bu başlıkların önündeki .... kısmına / SADECE/ sözcüğünü ekleyerek okuyacak olursanız varmak istediğim noktayı göreceksiniz.



Buradaki / yapmak/ fiilini biraz açmakta yarar görüyorum. Burada kast edilen yapmak, öylesine, kafamıza estiği gibi veya birileri dedi diye yapmak değildir elbette.

Bilgi+ düşünce+ fikir+ amaca olan inanç+ yapmak= BAŞARI

Sadece bekleyenler; Birisi çıksın bizi kurtarsın. Veya, devlet her sorunu çözsün diyenler

Sadece konuşanlar; Az çok olup bitenlerin farkında olan ama /ben ne yapabilirim ki/ diyerek bireysel gücünün farkında olmayanlar. Bu yüzden de sadece orada burada (sadece kendileri gibi düşünenler arasında) konuşmaktan öte hiç bir çaba göstermeyenler. ( ki bunlar toplum açısından en tehlikeli davranış içinde olanlardır. Çünkü konuşmakla çözemedikleri (çözüm için yetmeyeceğini bile bile) veya çözümde herhangi bir katkıda bulunmadıklarından, sadece kendileri ve çevreleri üzerindeki manevi baskıyı, gerilimi arttırırlar)

Yapanlar; Evet, başarı, işte bu gurupta olanlarındır.

Yukarıda verdiğim formüle tekrar bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.

İnsanın doğası açısından bakıldığında, kendisine, yakınlarına veya kendisine ait olanlara yapılan bir girişim, insanlarda doğal olarak tepki verme isteğini doğurur. Bu istekle beraber bedende savunma veya mücadele için gerekli olan salgılar bol miktarda salgılanır. Artık beden mücadeleye hazırdır.
İnsan bedeninde mücadele için salgılanan bu salgılar ve bunun doğurduğu enerji, ancak fiili bir şeyler yapıldığında kullanılarak olur.
Ama birinci ve ikinci guruptaki insanlar ne yazık ki, bu güçlerini kullanmadıklarından, içlerinde birikmiş olan bu enerji ile her an patlamaya hazır bir şekilde toplum içinde dolaşır dururlar.
(çünkü bu enerji bir şekilde açığa çıkmak zorundadır)

Kullanılmayan bu enerji, insanların içinde patlar, hem kendileri, hem yakın çevreleri, hem de toplum açısından ciddi tehdit olurlar.

Lütfen şimdi kendinizi gözden geçiriniz. Siz hangi guruba dahilsiniz?

Bir de çevrenize bakın, kim sadece bekliyor, kim sadece konuşuyoır, kim yapıyor.
Bu sorulara vereceğiniz samimi yanıtlar /neden bu günlere geldik?/ sorusunun tek ve kesin yanıtıdır.

Hepiniz sağlıcakla kalın...





2 Ekim 2008 Perşembe

DUYUSAL ŞARTLANMA ( trafik kazaları)



Sevgili arkadaşlar,

Hiç istemediğim halde bir konuya değinmek zorundayım;

Bir bayram daha geçti. Ve ne yazık ki, gene trafik gene sönen aile ocakları, gene göz yaşları, isyanlar...

Bunları sizler de izlemişsinizdir televizyonlardan, gazetelerden.

Hiç aklıma dahi getirmek istemem ama belki içinizden birisi de bu kazalardan payını almış olabilir.

Evet ülkemizde trafik çok ciddi bir sorun. Sadece yasaklara uyulmaması ile açıklanamayacak kadar büyük hem de...

Ama ne yazık ki yöneticilerimiz "yasak !" ve "yasaklara uymazsan cezayı yersin" mantığının ötesine geçememektedirler...

Konu insan olunca ki öyledir, insanın düşünce, mantık, algılama gibi niteliklerini göz önüne almak zorundayız, zorundalar...

Yollara asılan trafik canavarı afişlerinin nasıl bir etki bıraktığını acaba bir tek yetkili düşündü mü? Sanmıyorum.

Eğer bir tek yetkili dahi düşünmüş olsaydı, bu görüntünün insanların zihninde kazayı çağrıştırdığını, ve bilinç dışı olarak içlerinde kaza korkusu yarattığını, ve bunun da kaza olma olasılığını çoğalttığını bilir ve derhal bu anlamsız afişleri yok ederdi.

Bu etkileşimi size bir örnekle açıklamak isterim. Bir gurup insanla bir deney yapılmıştır. bu deneyde yere 30 cm. aralıkla paralel iki çizgi çizilmiş ve guruptakilere bu çizgilerin dışına çıkmadan yürümeleri söylenmiştir.
Her yaş gurubundan insanlar rahatlıkla denileni yapmışlardır.
Bu sefer gene 30 cm. genişliğinde uzun bir tahtayı yerden 20 cm. yüksekliğe koymuşlar ve gene bunun üzerinde yürümeleri söylenmiş. Bazı kişiler rahatça yürürken bazıları biraz zorlanmış.
Deneyin son aşamasında ise tahtayı yerden bir metre yüksekliğe çıkarttıklarında hiç kimse yürüyemez olmuş.

Neden hiç düşündünüz mü?

aynı aralıktaki iki çizgi yerde iken 30 cm genişlikteki arada rahatça yürüyebilen insanlar neden aynı genişlik yerden yükseldikçe üzerinde yürümekte zorlanmış olabilirler?

Evet, doğru bildiniz, Düşme korkusu...

İçgüdüsel veya öğrenilmiş korkularımız, zihnimizde çok büyük yer ederler ve bu da bizi o yöne doğru çeker.

Çocuğuna " koşma düşersin" diyen anne aslında hiç yoktan çocuğunun aklına "düşmek" fikrini sokmuş olur ve çocuk er ya da geç düşer.

İşte arkadaşlar korku ile yönetmeye çalışmak böylesi ters teper.

Halk arasındaki " korktuğum başıma geldi" söylemi bu durumu en açık şekilde anlatır.

Evet, "korktuğumuz er ya da geç başımıza gelir. Çünkü zihin sürekli bununla meşguldür ve bu meşguliyeti sonucu korkulan durumu çağırır..

Korkutarak yönetmek, idare etmek, eğittiğini sanmak gibi yanlış düşünceye sahip olanlara duyurulur...

-insan için ise, önce insanı bil-

Sağlıcakla...

1 Ekim 2008 Çarşamba

LÜTFEN ÇOK DİKKAT !




Sevgili arkadaşlar,


Ruhsal sandığımız bazı olayların, grip gibi sarılık gibi bulaşıcı bir hastalık olduğunu biliyor muyuz?
Bunu bilmeliyiz...

Bu bir gerçektir ve ne yazık ki ancak dönülmez noktaya gelindiğinde farkına varılır...
O zaman da kayıplar çok büyük olur.

Daha önceki bir yazımda tribünlerden maçı seyretmek ile sahaya inmek arasındaki duygu boşaltımı açısından farkı açıklamıştım.

Öfke, kaynağı ne olursa olsun insanların içinde, derecesine bağlı olarak, mutlak bir patlamaya neden olur.
Eğer küçük ya da büyük, herhangi bir konuda içinizde bir öfke hissediyorsanız, mutlaka daha başlangıçta, bu öfkenizi irdeleyin, ( bunun için bir uzmandan yardım almanız çok daha uygundur) ve olabildiği kadar akılcı bir yoldan bu öfkenizi boşaltın.

Bunu yapmaz ve bu öfkenizi içinizde biriktirirseniz, doğanızın bir gereği olarak bu mutlaka bir şekilde patlayacaktır.Dediğim gibi içinizdeki öfke ( kaynağı ne olursa olsun) henüz başındayken üzerine gidip halledilmez ise, kontrolünüzden çıkacaktır ve inanın ki o zaman geri dönüşü olmayan, sonradan sizin de çok üzüleceğiniz sonuçlar doğuracaktır.

Halk arasında cinnet denilen olay budur. Hiç kimse cinnet anında kendisini kontrol edemez. Önemli olan o noktaya gelmeden bununla baş edebilmektir.

Başlangıçta söz ettiğim bulaşıcılık bu öfke birikimleridir. Bu zincirin halkaları şu şekilde birbirine bağlanır.
Örn: ev içindeki bir kişi, herhangi bir nedenle öfkelenir ve ( ne yazık ki bizim geleneklerimizden biri olarak) kendinden küçüğe ya da güçsüze karşı bu öfkesini boşaltır. Üzerine bu öfke boşalan kişi, eğer kendisinden küçük ya da güçsüz birisi var ise, o da ona boşaltır. Genellikle evin en küçüğü olan çocuk son halka olur. O çocuk üzerinde birikmiş olan öfkeyi ( ki ne oluşumunda, ne dışa vurumunda hiç bir sorumluluğu olmayan) ya ne yazık ki, kedi köpek gibi, nispeten kendinden güçsüz bir canlıya veya bir şeyleri kırıp dökerek boşaltır.
Veya en kötüsü bunları içinde biriktirmeye başlar.
Belli bir yaşa geldiğinde, (ki mutlaka o zaman kendinden küçük veya güçsüz birileri olacaktır etrafında) o da onlara boşaltacaktır. Eğer mizacı gereği böyle bir yapıda değil ise patlaması kendi içinde olacaktır ki bu da o kişinin ruhsal yönden çok ciddi şekilde zarar görmesi demektir

Bu anlattıklarım ne yazık ki toplumda zincirleme olarak inanılmaz bir hızla yayılır...
Büyük toplumsal karmaşalara yol açabilen böylesi bir zincirin halkası olmamak elimizde.
Bunun için, lütfen kendimizle konuşmaya, tartışmaya, kendi kendimize neden, niçin nasıl gibi sorular sorarak veya bir uzmandan destek alarak bu dürtülerimizi halletmeye çalışalım.

Bu yazımı okuyan arkadaşların, etraflarında olan bitenleri bir kez de bu açıdan değerlendirmelerini rica ederim...

Yoksa geri dönüşü olmayan noktaya geldiğimizde çok yanarız...

Sağlıcakla kalınız...