ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

30 Ağustos 2008 Cumartesi

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ- SOSYAL SAVUNMA MEKANİZMASI




Sevgili arkadaşlar, öncelikle hepinizin 30 ağustos zafer bayramınızı kutluyorum.
Bu gün size yine bedenimizde olan bitenlerden söz edeceğim ama sizlerden ricam, bunları sosyal olaylarla ilişkilendirmenizdir.Çünkü doğa yasaları birbirlerine benzer şekilde işler.

Evet, arkadaşlar, insan bedeni doğanın bir parçasıdır.
Bu nedenle sizlere bedenimizi her yönüyle tanıtmaya çalışıyorum.
Çünkü insan bedenindeki sistemlerin çalışma düzenini bilince, doğadaki pek çok sistemin temel ilkelerini de bilmiş olacağız.
Gene bu nedenle, hepimizin yapması gerekenin, bedenimizi ve özellikle beynimizi, sadece tek bir konuya veya tek bir noktaya odaklamanın bizim için de çevremiz için de hiç sağlıklı bir yol olmadığını bilmemiz, buna inanmamız ve hem bedenimizi hem de beynimizi farklı şekillerde kullanmaya gayret etmemiz gerekir.
Beynimiz derken burada özellikle vurgulamak istediğim düşünsel yetilerimizi geliştirmektir. Bunun için ise düşünsel esnekliğe ihtiyacımız vardır.
Düşünsel esnekliğin olmazsa olmaz bir aracı sanattır. Bir diğer aracı ise farklı düşünce şekillerini denemektir. Yani, aynı olayın farklı pencerelerden görünüşünü değerlendirmektir.
Bunu başarabilen kişilerin, çok daha sükûnetle olaylara yaklaştığı, her zaman için uzlaşmacı ve yapıcı oldukları. Zekânın bittiği nokta olan, sözlü veya fiili şiddetten kesinlikle uzak oldukları bilimsel bir gerçektir.
Bunu yinelemek istiyorum,
Zekânın bittiği noktada küfür, hakaret, fiili saldırganlık başlar
Yani şöyle diyebiliriz, eğer bir kişi size hakaret, küfür ediyorsa veya fiili şiddet kullanmaya kalkıyorsa, aslında size “ kusura bakma arkadaşım, benim zekâm seninle baş edebilmeye yetmiyor bu durumda da tek çarem sana saldırmaktır” demektedir… Ne acınası bir durum değil mi?
Beyni olan, zekâsı, aklı olan hiçbir insanın bu duruma düşmesini arzu etmem. Bunun yerine zekâsını bilgisiyle besleyip, duygu kontrolünü geliştirerek sonuna kadar fikrini savunmak gerçek insana yakışır bir davranıştır.
Evet, şimdi konumuza geri dönelim
Doğadaki tüm sistemlerin ortak özellikleri vardır.
Kaba hatları ile bağışıklık sistemimizin ne şekilde çalıştığı konusunda hepimizin az çok bilgisi vardır.
Ama bu noktada söylemeden edemeyeceğim, bizlerin en büyük hatalarımızdan biri, bilgi eksikliği değil, uygulama tembelliğidir.
Sadece bu konuda değil, ne yazık ki her konuda bu böyle…
Bir kere peşinen bunu kabul etmemizde çok büyük yarar var.
Vücudumuz farklı enfeksiyon ve toksik ajanlarla savaşmak için bağışıklık sistemine sahiptir.
Bağışıklık sistemi insanoğlunu "mikrop" diye tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virüs, bakteri, mantar ve parazit gibi mikroorganizmaların zarar verici etkilerine karşı korur.
İnsan vücudu çevresinde bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir.
Sağlıklı bir vücut; karşılaştığı hastalık etkenleriyle ve yabancı maddelerle çoğunlukla "çaktırmadan" veya başka bir değişle, bilinç dışı olarak baş eder.
Mikroplarla baş edemediğimiz durumlarda da "hasta" oluruz.
Bağışıklık sisteminin görevi de; öncelikle bu organizmaların vücuda girmelerini engellemek veya girer ise vücuda girdikleri yerde yutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektir.
Bağışıklık sistemi bu görevlerini, yaşam süresi boyunca sürdürür ancak bazı koşullarda bağışıklık sistemi zayıflar.
İnsanoğlu milyonlarca hastalık yapabilen mikroorganizmalarla dolu bir çevrede yaşamını sürdürmektedir.
Bu organizmalara karşı bağışıklık sistemi 2 farklı aşamada organizmayı savunur.
Bunlardan birisi doğal bağışıklık, diğeri ise kazanılmış bağışıklıktır.
Bağışıklık hücreleri sürekli olarak kendilerini yenilerler,kayıplarının yerini doldururlar. Doğal bağışıklığımızın temeli anne sütüdür. Bu bize yaşamımızın ilk yıllarında ihtiyacımız olan korunmayı sağlar
Bağışıklık sisteminin koruyucu hücrelerine görevlerini öğretir ve daha sonra tüm yaşamımız boyunca bu hücreler bizi korurlar
Eğer ki vücuda giren mikrop, bakteri ve virüsler yukarıda sözü ettiğim doğal bağışıklık sistemi ile durdurulamıyorsa kazanılmış bağışıklık sistemi devreye girer. Kazanılmış bağışıklık sistemi bizim dışarıdan aldığımız maddelerle aşı, serum ve bazı besin destekleri) sağlanır.
Aşı nedir?
Aşı aslında o hastalığın mikrobunun özel ortamlarda azaltılmış halidir. Aşı bedenimize girdiği anda, o mikroba karşı durması gereken bağışıklık sistemini harekete geçirir,
Bir tür savaş tatbikatı gibi, o hücrelerin mikroba karşı dirençlerini güçlendirir
Daha sonra gerçek mikropla karşılaşıldığında, hücreler o mikroba karşı savaşmaya artık hazırdırlar
Ancak bazen insanoğlu, kendi kendine bu sistemini sekteye uğratır.
Hani şu pek de öğündüğümüz aklımız var ya, işte o aklımız bazen bizi böylesi zora da sokabiliyor.
Bunun en başında yanlış ilaç kullanımı gelmektedir. Bildiğiniz gibi olur olmaz yere alınan antibiyotikler, demin söz ettiğim gibi, mikroplar için aşı görevi yapmaktadırlar. Yani, uygun dozda alınmayan ilaçlar, bizi değil karşı olduğumuz mikrobu güçlendirir.
Bunun en büyük kanıtı ise, her yıl dünya çapında görülen griptir Bu hastalık sadece yanlış, eksik antibiyotik kullanımı yüzünden, her yıl daha da güçlenerek insanlara saldırmaktadır. Buna karşı her yıl, daha güçlü antibiyotikler geliştirilmekte, ama gene yanlış kullanım nedeniyle bunlar da bir süre sonra işe yaramamaktadır.
Hani aramızda, “ al bir antibiyotik geçer” diye pek aklıca (!) öğütler veririz ya
Sizce bu akıllık mı?
Ama bu öneriyi yaparken kendimizi çok akıllı bilerek yaparız.
Bağışıklık sistemi kısaca bir direnç sistemi olarak özetlenebilir.
Ama bu sistemin görevi sadece direnmek değil, yeri ve zamanı geldiğinde /zarar verme aşamasına geldiğinde/(hücreler yeterince güçlü olduğuna inandığında) mikrobu yok etmektir
Eğer bu yok etme özelliği olmasaydı, sürekli direnç, karşı tarafı yani, mikrobu güçlendirmekten başka bir işe yaramazdı.
Direnç böyle bir şeydir arkadaşlar.
Yerinde ve dozunda olduğu sürece işe yarar ama peşinden (yaşam için gerekli olan) yok etme gelmez ise
Mikroplar aşılanmış olurlar ve daha da güçlenerek karşımıza dikilirler.
Çok sık duyduğumuz bir söz vardır, “ beni öldürmeyen güçlendirir” diye…
Nasıl kaslarımızı, kemiklerimizi korumak için, belli bir direnç görmeleri gerekiyorsa
Savunma hücrelerimizin de böylesi bir dirençle karşılaşmaları bir ölçüde yaralıdır
Ama ölçü aşıldığı takdirde bu mekanizma çöker.
Bir mikroba karşı sadece direnişte olmanın hiçbir yararı yoktur
Zaten doğada böyle bir şey de yoktur
Tekrar ediyorum doğada böyle bir şey yoktur
Doğa, öyle bir mekanizma kurmuştur ki, bedene zararlı olan mikroplara karşı önce direnir ama
Bedene zarar verme aşamasına gelme olasılığını gördüğü anda da yok etmeye başlar.
Eğer bunu yapmaz veya yapamazsa ölürüz.
Bu seferlik söyleyeceklerim bu kadar
Bana mail yoluyla veya yazılarımın altına yorumlarınızı ekleyerek ulaşabilirsiniz..
Şimdilik sağlıcakla kalın..

29 Ağustos 2008 Cuma

BEDENİMİZ VE BİZ



Bedenimizi kullanmak konusunda hepimizin bilmemiz gereken pek çok şey olduğu kesindir.

Beynimizin sol yarı lobunun ağırlıkla somut konular, matematik, mantık gibi konuların merkezlerini
Barındırdığını
Sağ lobunun ise, duygu, hayal gücü gibi soyut konuların merkezlerini
Barındırdığını söylemiştim.
Şüphesiz ki bu merkezleri net bir şekilde ayırmak mümkün değildir.
Yukarıda söz ettiğim ayrımlar yoğunlukların fazla olmasıdır.
Bunun dışında, sizlere şöyle bir soru sorsam,
Aranızda sırt, bel, boyun ağrısı çekmeyen var mı?
Cevaplarınızı tahmin etmek güç değil.
Peki, neden bu ağrıları çektiğiniz konusunda bir fikriniz var mı?
Size birkaç ipucu vermek isterim
Bedenimizdeki tüm yapılar, eklemler, kaslar özellikle,
Sürekli olarak hareket etmek üzere programlanmıştır.
Yapısı gereği hareket etmesi gereken bu yapılar,
Hareket etmedikleri zaman küçülürler (atrofi) güç yitirirler ve en önemlisi de
Şimdi pek çoğumuzun yakındığı ağrılarla yaşamımızı karartırlar.
Tabi bunun dışında da pek çok sağlık sorununa yol açarlar
Öncelikle doğru duruşu tanımlamak isterim.
Doğru duruşta hiçbir organ birbiri üzerine binmez.
Bedenin her iki tarafı da eşit durumdadır
Omurga düzdür
Kesinlikle hiçbir kas gurubu gergin değildir
Bunu özellikle söylüyorum, çünkü genellikle
Dik duruş dendiğinde, pek çok kişinin
Göğsünü şişirerek sırt kaslarını kastığını gözlemliyorum
doğru duruş mutlaka sürdürülebilir olmalıdır
bu kavram belki biraz yabancı geldi sizlere
bunu biraz açayım
eğer bir süre durduktan sonra, gerinmek, veya durduğunuz şeklin tam tersi yönde
bedeninizi germe ihtiyacı duyuyorsanız
o duruşunuz yanlıştır
doğru duruşun sürdürülebilir olmasından kastım budur.
Eğer doğru şekilde duruyorsanız çok uzun süre, bu durumda kalabilirsiniz
Ve kesinlikle bedeninizi ters yönde germe ihtiyacı duymazsınız.
Bunu bir örnekle açıklamam daha doğru olacaktır sanırım
Bir sandalyeye oturun.
Sırtınız düz olsun. Arkanıza dayanmayın. Bir ayağınızı geriye bir ayağınızı ise hafifçe öne doğru yerleştirin
Çenenizi çok hafif geride dursun
Kollarınız ise gevşek bir şekilde kucağınızda dursun.
Bu durumda hiçbir organınız birbiri üzerine binmeyecek, sırtınız ( ayaklarınızın pozisyonundan dolayı)
düz olacak
ve bu durumda çok uzun bir süre, yorulmadan durabileceksiniz
şimdi gelelim sır ve boyun ağrılarına
özellikle şimdi olduğu gibi bilgisayar başındaysanız J…..
şöyle düşünelim, insanların başlarının ağırlığı yaklaşık 4 veya 5 kilo civarındadır
şimdi desem ki, dirseğinizi masaya dayayın ve parmak uçlarınızla 5 kiloluk bir ağırlığı taşıyın
kaç saat dayanırsınız
üstelik bu ağırlık biraz da öne doğru eğik olsa???
İşte zavallı boynumuz, bir ömür boyu, bu şekilde başımızı taşımak zorunda
Bunu da boynumuzdaki kasların yardımız ile yapmakta
Hele ki başınız önde uzun süre duruyorsanız ( şu an olduğu gibi)
O zavallı kaslarımızın ne hale geldiğini varın hayal edin L
Üstelik beynimizi besleyen kan damarlarının tümü bu boyun kaslarımızın arasından geçiyor
Yani, bu kaslar gereğinden fazla kasıldığı zaman beynimize giden kan azalıyor.
Boyun omurlarımızın “s” olması gereken biçimi düzleşiyor.
Daha ileride fıtıklar ortaya çıkıyor.
Şimdi bir elinizi kürek kemiğinizin az üstüne doğru götürün
Orada bir nokta vardır. Bazen burası öyle bir kasılır ki ( halk arasında kulunç denilen) spazm ortaya çıkar.
Bu muhtemel boyun düzleşmesinin veya fıtığın ön habercisi olabilir.
Eğer ki sağ ya da sol kolunuzda da uyuşukluk, güç kaybı varsa, en kısa sürede bir doktora görünmenizde yarar vardır.
Peki buna nasıl engel olacağız?
Bir kere hepimiz, fizik bilgimizi azıcık tazeleyeceğiz.
Yer çekimi, ağırlığın merkezden uzaklaştıkça merkeze binen yükün artması gibi bilgiler bize çok yol gösterecek
Başınızı uzun süre aşağıda tutmanız gerekiyorsa eğer,
Mutlaka her 10 dakikada bir boynunuzu, zorlamadan arkaya ve öne doru, en az 15 kere hareket ettirin.
Bu hareketle, hem boyun kaslarınız rahatlayacak, aynı zamanda da beyninize giden kan damarları rahatlayarak, daha çok kanı beyninize pompalayacak.
Mümkün olduğu kadar, başınızı düz tutmaya özen göstermeniz çok daha yararlıdır tabi.
Örn. B.s ekranınızın tam orta noktası göz hizanızda olmalı.
Klavye ve mausunuzu kullanırken de,
Kollarınızın omuz, dirsek arası bölümü bedeninize tam paralel olmalı,
Dirseğiniz ise tam 90 derecelik bir açıyla durmalı.
Bu duruş şekli her ne kadar doğru da olsa, mutlaka 1 saat ara ile bedeninizi germeniz, kollarınızı hareket ettirmeniz ve az önce dediğim bibi boynunuzu hareket ettirmenizde, Kan dolaşımınızı düzenlemek açısından çok yarar var.
Bu günlük bu kadar arkadaşlar…
Soru ve görüşlerinizi her zaman olduğu gibi mail yoluyla bana ulaştırabilir veya yazı altına yorumlarınızı ekleyebilirsiniz
Tekrar görüşmek üzere, sağlıcakla kalın…

24 Ağustos 2008 Pazar

ÖZÜR




Değerli dostlar,

bir süre yazılarıma ara vermek zorunda kaldım.

Maillerinizle bildirdiğiniz endişeleriniz ve çağrılarınız beni mutlu etti.

Yarından itibaren yazılarıma gene kaldığım yerden devam edeceğim.

21 Ağustos 2008 Perşembe

DÜŞÜNCE KALIPLARIMIZI BİRAZ DAHA GÖZDEN GEÇİRELİM




BEN/LİĞİMİZİ KORUMANIN TOPLUMSAL YÖNDEN SONUÇLARI
Sevgili arkadaşlar, bu sefer de sizlerle kendimizi ne kadar tanıyoruz
Ve bunun sonucunda da, kendimizi tanımanın toplumsal olarak sonuçlarını açıklamak istiyorum
İnsanoğlunun, kendisini ve kendisine ait olanı korumak gibi içgüdüsel bir özelliği vardır.
Ama hiç şüphe yok ki önce “kendi”mizi tanımamız gerek
Öyle ya, tanımadığımız bir şeyi nasıl koruyabiliriz ki?
Burada amacımın bencilliği övmek olmadığını sanırım anlamışsınızdır.
Lütfen şunu hiç unutmayalım /ben/ olamadan /biz/ olmak mümkün değildir
/biz/ dediğimiz topluluklar/ben/lerden oluşur.
Şimdi önce, /ben/ olamamak nasıl bir şey ve nasıl /ben/ olmak mümkündür buna bir göz atalım
Eğer bir toplum içinde yaşıyorsak başta egomuz olmak üzere daha pek çok yönden kendimizi eğitmek zorundayız
Eğer bunu yapmaz veya yapamaz (veya en kötüsü zaten yaptığımız yanılgısı içinde olursak) işte o toplumda pek bir değerimiz olmaz.
Belki karşılaştığımız birçok kişi bunun net olarak adını koyamayabilir ama hani bir söz vardır ya “yıldızım barışmadı” denir.
İşte onların da bir türlü bu tarz kişilerle yıldızı barışmaz.
Tabi ki bu işin yıldızlar, galaksilerle esasında hiç ilgisi yoktur.
Tek neden bizim bilinç düzeyimize çıkamayan ama beynimizin gördüğünü tanıması ve bize “ bu sana göre değil” demesidir.
Bir de çok sık duyduğumuz bir kavram vardır kendimizle barışık olmak
Nedir bu kendimizle barışık olmak?
Yani masa başına oturup, kendimizi de karşımıza alıp “ bak arkadaşım….” Gibi bir söyleşi sonunda antlaşmamı imzalayacağız yani?
Tabi ki değil.
Ama çevrenizdeki pek çok kişiye sorarsanız mutlaka size kendisi ile barışık olduğunu söyleyecektir.
Çünkü son moda, kendimizle barışık olmaktır J
Arkadaşlar inanınız ki kendimizle barışık olmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Her sonuç gibi bu sonuca ulaşmak için de önce niyet ve sonra da kararlılıkla uğraşı gerekir..
Barış yapabilmemiz için de önce şöyle her yönümüzle kendimizi tanımamız
Ve sonra da bu tanıdığımızı kabul etmemiz gerekir
Önce insan olduğumuz ve toplum içinde yaşadığımız için, kendimizi, görüntümüzden başlayarak tanımak, kabul etmek zorundayız.
Daha sonra kendimize ait değerlerin, nasıl oluştuğuna( dayatma mı yoksa kendi seçimimiz mi) olduğuna karar vermeli
Sonra da eğer gerçekten kendimize ait olduğuna karar verdiğimiz takdirde bunları kabul etmemiz gerekir
Burada birkaç satırla yazıya geçirilen bu olaylar sanıldığı kadar çabuk olamıyor ne yazık ki
Bunları yapabilmek için mutlaka kendimize ait bir zaman ayırmak zorundayız.
Beynimiz sürekli olarak dış dünya ile bağlantıdayken bunları yapabilmek mümkün değildir.
Kendimize ait olan değer yargılarımız değişmez değildir.
Tüm doğada olduğu gibi her şey sürekli hareket halindedir, değişir, dönüşür
Ama bizler insan olduğumuz için, mantık, zekâ gibi yetilerimiz olduğu için bu değişim ve dönüşümleri belli bir disiplin içinde yapabiliriz.
Sizlere küçük bir ipucu vermek isterim, kendinize ait bir zamanda, bu tarz kendinizle bir söyleşi yapmak istediğinizde,
Ya gözlerinizi kapatın veya karanlık ve çok sessiz bir ortam seçin
Çünkü gözleriniz açık olduğu sürece, beynimizin üst katmanı uyanıktır ve siz o anda ne kadar bir noktaya odaklanmaya çalışsanız da,
O sürekli dışarıdan gelen etkileri değerlendirir bir yandan.
Bu da kafanızın karışmasına ve sonuca ulaşamamanıza neden olur
Oysa gözlerinizi kapattığınız zaman, ( tabi dışarıdan rahatsız edecek seslerin de olmadığını varsayıyorum)
Üst beyniniz büyük ölçüde devre dışı kalacağından, daha çok beyninizin alt katmanları devreye girer.
Egomuz, temel bilgiler ve daha pek çokları… Kısaca bilinçaltımız...
Kendimizi eğitmek konusunda önce kendimizi dış görünümümüzle tanımaya başlayalım
Çok basit bir örnek size, eminim pek çoğumuzun başına gelmiştir, bir fotoğraf çektirirsiniz.
Bu fotoğrafı gösterdiğiniz birçok tanıdığınız sizin ne güzel çıkmış olduğunuzu söyler ama bir türlü size inandırıcı gelmez.
Oysaki biz bir türlü kendimizi beğenemeyiz.
İçinizden bir düşünün bakalım böyle bir şeyi yaşadınız mı hiç?
Bunun nedenini hiç düşündünüz mü?
Bakın söyleyeyim, çünkü bizler kendi yüzümüze veya dış görünümümüze yabancıyız.
Oysaki bizim dışımızdaki kişiler bizi, bizim kendimizi /baktığımızdan/ gördüğümüzden çok daha fazla görüyorlar
Dolayısıyla da bu görüntüye alışıklar.
Biz ise kendi görüntümüze onlar kadar alışık olmadığımız için
Fotoğraftaki kendimizi bir türlü beğenemeyiz.
Bu çok basit gibi görünen ama çok önemli nokta üzerinde hepimizin durması ve kendimizi dış görüntümüzle
Önce bilip sonra kabul etmemiz mutlak gereklidir
Bunu aşabilmek için, ara sıra ayna karşısına geçip kendimizi tanımak üzere bakmamız gerek.
Yani aslında aynalar sadece traş olurken, makyaj yaparken veya saç tararken değil,
Kendi görüntümüzü tanımamıza da yararlar.
Bu, kendimizi tanımak kabul etmek için en kolay başlangıçtır.
İç dünyamız, fikir, görüşlerimizin gerçekten bize mi ait, yoksa dayatma ile mi, moda olduğu için mi veya aidiyet duygumuzu tatmin için mi?
Oluştuklarını anlamak ise bu kadar kolay değildir.
Ama arkadaşlar bunu bilmemiz mutlak gereklidir.
Biliyorum kişinin kendi kendisini bu şekilde sorgulaması hayli zordur.
Bunu yapmaya çalıştığımızda, savunma mekanizmamız bu sefer de bize karşı direnişe geçecek ve var olanı korumaya çalışacaktır.
Bunu başarabilmenin de kolay bir yolu var.
O da yazmaktır
Büyük bir sayfayı ortadan ikiye ayırıp, bir tarafını kendimize
Diğer tarafını ise karşımızdaki kişiye ( o da biz olacağız) ayırmakla başlayalım
Kendimize belli bir konu seçip, o konudaki fikrimizi, nedenlerini yazalım
Daha sonra, sanki başka biriymişçesine, karşı tarafta, bunları çürütmeye çalışalım
Ama bunu yaparken gerçekten, samimiyetle ve en önemlisi mutlaka sağlam nedenler ortaya koyarak yapmalıyız.
Bu çalışma düşünsel esnekliğimizi arttıracaktır.
Mutlaka bu çalışmanın sonucunda bir noktaya varacağız.
İşte o vardığımız nokta gerçek anlamda bize ait olan olacaktır.
Ayrıca bu çalışma ile bizim görüşümüze karşı olan görüşleri de anlamayı
( dikkat… Kabul etmek demiyorum. Sadece anlamayı)
Saygı duymayı ( yani varlığını kabul etmeyi) başarabiliriz.
Bu çalışmayı acele bir şekilde sonuçlandırmaya çalışmayın
Bırakın kendi sürecinde tamamlansın...



Daha önce de söylemiştim, telaş gerilim yaratır ve gerilimde düğümleri büsbütün sıkıştırır.

DÜŞÜNCE KALIPLARIMIZI BİRAZ DAHA GÖZDEN GEÇİRELİM

BEN/LİĞİMİZİ KORUMANIN TOPLUMSAL YÖNDEN SONUÇLARI
Sevgili arkadaşlar, bu sefer de sizlerle kendimizi ne kadar tanıyoruz
Ve bunun sonucunda da, kendimizi tanımanın toplumsal olarak sonuçlarını açıklamak istiyorum
İnsanoğlunun, kendisini ve kendisine ait olanı korumak gibi içgüdüsel bir özelliği vardır.
Ama hiç şüphe yok ki önce “kendi”mizi tanımamız gerek
Öyle ya, tanımadığımız bir şeyi nasıl koruyabiliriz ki?
Burada amacımın bencilliği övmek olmadığını sanırım anlamışsınızdır.
Lütfen şunu hiç unutmayalım /ben/ olamadan /biz/ olmak mümkün değildir
/biz/ dediğimiz topluluklar/ben/lerden oluşur.
Şimdi önce, /ben/ olamamak nasıl bir şey ve nasıl /ben/ olmak mümkündür buna bir göz atalım
Eğer bir toplum içinde yaşıyorsak başta egomuz olmak üzere daha pek çok yönden kendimizi eğitmek zorundayız
Eğer bunu yapmaz veya yapamaz (veya en kötüsü zaten yaptığımız yanılgısı içinde olursak) işte o toplumda pek bir değerimiz olmaz.
Belki karşılaştığımız birçok kişi bunun net olarak adını koyamayabilir ama hani bir söz vardır ya “yıldızım barışmadı” denir.
İşte onların da bir türlü bu tarz kişilerle yıldızı barışmaz.
Tabi ki bu işin yıldızlar, galaksilerle esasında hiç ilgisi yoktur.
Tek neden bizim bilinç düzeyimize çıkamayan ama beynimizin gördüğünü tanıması ve bize “ bu sana göre değil” demesidir.
Bir de çok sık duyduğumuz bir kavram vardır kendimizle barışık olmak
Nedir bu kendimizle barışık olmak?
Yani masa başına oturup, kendimizi de karşımıza alıp “ bak arkadaşım….” Gibi bir söyleşi sonunda antlaşmamı imzalayacağız yani?
Tabi ki değil.
Ama çevrenizdeki pek çok kişiye sorarsanız mutlaka size kendisi ile barışık olduğunu söyleyecektir.
Çünkü son moda, kendimizle barışık olmaktır J
Arkadaşlar inanınız ki kendimizle barışık olmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Her sonuç gibi bu sonuca ulaşmak için de önce niyet ve sonra da kararlılıkla uğraşı gerekir..
Barış yapabilmemiz için de önce şöyle her yönümüzle kendimizi tanımamız
Ve sonra da bu tanıdığımızı kabul etmemiz gerekir
Önce insan olduğumuz ve toplum içinde yaşadığımız için, kendimizi, görüntümüzden başlayarak tanımak, kabul etmek zorundayız.
Daha sonra kendimize ait değerlerin, nasıl oluştuğuna( dayatma mı yoksa kendi seçimimiz mi) olduğuna karar vermeli
Sonra da eğer gerçekten kendimize ait olduğuna karar verdiğimiz takdirde bunları kabul etmemiz gerekir
Burada birkaç satırla yazıya geçirilen bu olaylar sanıldığı kadar çabuk olamıyor ne yazık ki
Bunları yapabilmek için mutlaka kendimize ait bir zaman ayırmak zorundayız.
Beynimiz sürekli olarak dış dünya ile bağlantıdayken bunları yapabilmek mümkün değildir.
Kendimize ait olan değer yargılarımız değişmez değildir.
Tüm doğada olduğu gibi her şey sürekli hareket halindedir, değişir, dönüşür
Ama bizler insan olduğumuz için, mantık, zekâ gibi yetilerimiz olduğu için bu değişim ve dönüşümleri belli bir disiplin içinde yapabiliriz.
Sizlere küçük bir ipucu vermek isterim, kendinize ait bir zamanda, bu tarz kendinizle bir söyleşi yapmak istediğinizde,
Ya gözlerinizi kapatın veya karanlık ve çok sessiz bir ortam seçin
Çünkü gözleriniz açık olduğu sürece, beynimizin üst katmanı uyanıktır ve siz o anda ne kadar bir noktaya odaklanmaya çalışsanız da,
O sürekli dışarıdan gelen etkileri değerlendirir bir yandan.
Bu da kafanızın karışmasına ve sonuca ulaşamamanıza neden olur
Oysa gözlerinizi kapattığınız zaman, ( tabi dışarıdan rahatsız edecek seslerin de olmadığını varsayıyorum)
Üst beyniniz büyük ölçüde devre dışı kalacağından, daha çok beyninizin alt katmanları devreye girer.
Egomuz, temel bilgiler ve daha pek çokları… Kısaca bilinçaltımız...
Kendimizi eğitmek konusunda önce kendimizi dış görünümümüzle tanımaya başlayalım
Çok basit bir örnek size, eminim pek çoğumuzun başına gelmiştir, bir fotoğraf çektirirsiniz.
Bu fotoğrafı gösterdiğiniz birçok tanıdığınız sizin ne güzel çıkmış olduğunuzu söyler ama bir türlü size inandırıcı gelmez.
Oysaki biz bir türlü kendimizi beğenemeyiz.
İçinizden bir düşünün bakalım böyle bir şeyi yaşadınız mı hiç?
Bunun nedenini hiç düşündünüz mü?
Bakın söyleyeyim, çünkü bizler kendi yüzümüze veya dış görünümümüze yabancıyız.
Oysaki bizim dışımızdaki kişiler bizi, bizim kendimizi /baktığımızdan/ gördüğümüzden çok daha fazla görüyorlar
Dolayısıyla da bu görüntüye alışıklar.
Biz ise kendi görüntümüze onlar kadar alışık olmadığımız için
Fotoğraftaki kendimizi bir türlü beğenemeyiz.
Bu çok basit gibi görünen ama çok önemli nokta üzerinde hepimizin durması ve kendimizi dış görüntümüzle
Önce bilip sonra kabul etmemiz mutlak gereklidir
Bunu aşabilmek için, ara sıra ayna karşısına geçip kendimizi tanımak üzere bakmamız gerek.
Yani aslında aynalar sadece traş olurken, makyaj yaparken veya saç tararken değil,
Kendi görüntümüzü tanımamıza da yararlar.
Bu, kendimizi tanımak kabul etmek için en kolay başlangıçtır.
İç dünyamız, fikir, görüşlerimizin gerçekten bize mi ait, yoksa dayatma ile mi, moda olduğu için mi veya aidiyet duygumuzu tatmin için mi?
Oluştuklarını anlamak ise bu kadar kolay değildir.
Ama arkadaşlar bunu bilmemiz mutlak gereklidir.
Biliyorum kişinin kendi kendisini bu şekilde sorgulaması hayli zordur.
Bunu yapmaya çalıştığımızda, savunma mekanizmamız bu sefer de bize karşı direnişe geçecek ve var olanı korumaya çalışacaktır.
Bunu başarabilmenin de kolay bir yolu var.
O da yazmaktır
Büyük bir sayfayı ortadan ikiye ayırıp, bir tarafını kendimize
Diğer tarafını ise karşımızdaki kişiye ( o da biz olacağız) ayırmakla başlayalım
Kendimize belli bir konu seçip, o konudaki fikrimizi, nedenlerini yazalım
Daha sonra, sanki başka biriymişçesine, karşı tarafta, bunları çürütmeye çalışalım
Ama bunu yaparken gerçekten, samimiyetle ve en önemlisi mutlaka sağlam nedenler ortaya koyarak yapmalıyız.
Bu çalışma düşünsel esnekliğimizi arttıracaktır.
Mutlaka bu çalışmanın sonucunda bir noktaya varacağız.
İşte o vardığımız nokta gerçek anlamda bize ait olan olacaktır.
Ayrıca bu çalışma ile bizim görüşümüze karşı olan görüşleri de anlamayı
( dikkat… Kabul etmek demiyorum. Sadece anlamayı)
Saygı duymayı ( yani varlığını kabul etmeyi) başarabiliriz.
Bu çalışmayı acele bir şekilde sonuçlandırmaya çalışmayın
Bırakın kendi sürecinde tamamlansın
Daha önce de söylemiştim, telaş gerilim yaratır ve gerilimde düğümleri büsbütün sıkıştırır.

10 Ağustos 2008 Pazar

ÖNCELİĞİMİZ BAKIŞ AÇIMIZI DEĞİŞTİRMEK OLMALI

-8-
Sevgili dostlar,
Gene gelen maillerinizden, biraz sabırsız olduğunuzu anlıyorum.
benden bir an önce, bu gerilimlerden nasıl kurtuluruz sorusunun yanıtını bekliyoruz. ama
unutmayın ki sağaltımın kalıcılığı teşhisin doğruluğuna bağlıdır.
olguların nedenlerini ortadan kaldırmadan sonuçlarla baş edilmez.
Ne yazık ki sabırsızlık da çağımızın hastalıklarından biri. Bedenimizi bu denli katılaştıran ve bu katılığa bağlı olarak yaşadığımız kaçınılmaz ağrılar… İşte hep bu nedenle…
Günümüzde pek çok kişinin spor yaptığını biliyorum. Herkesin kendisine göre nedenleri var mutlaka. Ancak çoğunluğun, sporu, bir tür moda olarak yaptığı da gözden kaçmıyor. Kendimize karşı samimiyetimizi mi yitirdik?
Galiba biraz öyle oldu.
Para karşılığı pek çok mal mülk edinmek mümkün. Ama bu edindikleriniz ne kadar “sizin”? Hiç düşündünüz mü? Yani öz be öz sizin.
Oysa bedeniniz, öz be öz sizin, onun için hiçbir “para” ödemediğimiz için mi pek dikkate almıyoruz? Ne dersiniz?
Lütfen bu sorumu yadırgamayın ve bir düşünün, para ödeyerek aldığınız arabanızı mı yoksa bedeninizi mi daha çok dikkate alıyorsunuz? Bu sorunun samimi yanıtı ( kimseye değil, sadece kendinize verin bu yanıtı) yukarıdaki sorumu yadırgamamanız için en büyük neden değil mi?
“para” bu kadar mı benliğimizi satın aldı?
Bu kadar mı “bizi” satın aldı?
Bu kadar mı değerlerimizi satın aldı?
Ne yazık ki hayır. Bunları para satın almadı bizler sattık…
“para”nın esiri yaptık kendi kendimizi.
Hani bir zamanlar ilkel insanlar, erişemedikleri doğa güçlerini tanrı olarak düşünüp tapınmışlar ya…
Sorarım size, çağdaş(!) insanın “para” karşısındaki davranışı da aynı değil mi?
Yanlış anlaşılmasın, paranın değersiz olduğunu söylemiyorum. ( keşke öyle olsa) … Ama paraya gereğinden fazla değer vermenin sonuçlarını, dünya çapında görüyoruz. Günümüz savaşlarının nedenlerini şöyle bir analiz edecek olursak altından para tutkusu çıkmayacağını söylemek mümkün mü sizce? Hayır, değil mi?
Tüm bunlar, bedenimizde ve zihnimizde inanamayacağımız ölçüde gerilimlere neden olmakta. Bu yüzden, bu durumda, haftanın belli günleri spor, yoga veya meditasyon yapmanın hiçbir yararı olmaz. Öncelikle mutlaka bakış açımızı, değerlerimizi yeniden gözden geçirmek zorundayız. Bunu yapmadan gösterilecek tüm çabalar suya yazı yazmaktır.

8 Ağustos 2008 Cuma

DÜŞÜNSEL VEBEDENSEL ESNEKLİK PROGRAMI İNSANI TÜM OLARAK ELE ALIR



-7-












Değerli dostlar,
bugün aldığım iki mailde arkadaşlarımız sözleşmiş gibi ( birbirlerini tanıyıp tanımadıklarını bilmiyorum) birebir aynı sözcüklerle, bu programın tam olarak ne olduğunu ve nasıl uygulandığını sormuşlar.

Kendilerine yanıt verdim. Bu yanıtı sizlerle de paylaşmak istiyorum.


Düşünsel ve bedensel esneklik programı, insanın ve tüm canlıların, doğa dediğimiz muhteşem bir döngünün ayrılmaz parçaları olduğunu, her canlının birbiri için yaratıldığı inancıyla hareket ediyor.

Bazı yanlış anlamaları engellemek için şunu söyleyebilirim ki; bu program kesinlikle sadece bedeni biçimlendirmek veya sadece ruhsal dinginliğe ulaşmak için bir araç değildir.

Yukarıdaki, doğal döngünün bir parçası olmak ve tüm canlıların birbirleri için yaratılmış olduğu inancına karşı gelecek kimsenin olduğunu sanmıyorum. Amam esas sorun ne yazık ki, bizlerin en büyük hatamız bu ve benzer bazı bilgileri bildiğimiz halde, bu bilgiler yaşamımıza yansımamaktadır.

Örneğin, tüm canlıların birbirleri için yaratıl mış olduğuna inandığını söyleyen bir kişi, hiç böyle bir düşüncesi yokmuşçasına, yeni açmak üzere olan bir tomurcuğu koparabilmekte.
Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hatta biraz kendinizi ve çevrenizdeki kişileri şöyle bir gözününüz önünden geçirirseniz, benzer pek çok örnek de siz bulabilirsiniz.

Bu nedenle, öncelikle düşünsel esneklik konusunu ele aldım...

Önce zihnimizi doğru şekline getirebilirsek, bildiğimiz ama kesinlikle o doğrultuda yaşamadığımız bazı konuları yaşamımıza geçirebiliriz diye düşünüyorum...

7 Ağustos 2008 Perşembe

PEK ÇOK KİŞİNİN BEKLEDİĞİ...



-6-


Değerli arkadaşlar sizlerden gelen mail lerden anladığım kadarıyla, pek çoğunuz, düşünsel esnekliğin, beden üzerindeki etkisini merak ediyor.


Düşünsel anlamdaki edinilmiş kalıplarımızı tam olarak anlamadan bunu net bir şekilde açıklamak mümkün değil.


Eğer biraz sabrederseniz ileride size bu bağlantıyı açıklayacağım.


Ama şimdilik şu kadarını söyliyeyim, insan, bir bütündür.
İnsanda var olan tüm sistemler birbirini etkiler.

DÜŞÜNSEL KATILIKLARIMIZ







Merhabalar,

Dünkü yazımda, düşünsel katılıklarımız üzerinde sizlerle söyleşmeye başlamıştım.
Bu gün, örneklerle konuyu biraz daha açmak istiyorum.

Önceki yazımda söz ettiğim gibi, bir çok davranış ve beraberinde düşünce kalıplarını, ilk başta ailemizden, daha sonra okul ve çevreden öğreniyoruz. Hem de hiç farkında olmadan.
Küçük bir örnek, " Sen sus küçüksün... Büyüklerin yanında küçüklere söz düşmez"
Ülkemizde bu sözü duymayan çocuk yoktur sanırım.

Hiç düşündük mü acaba bu söz bizler üzerinde nasıl bir etki bırakıyor.

Şu kadarını söyliyeyim, bu söz duyulma sıklığımıza da bağlı olmak üzere, ne yazık ki bir ömür boyu bizim beynimizden hiç çıkmıyor.

Topluluk karşısında konuşmak bu nedenle pek çok kişi için bir hayli zor bir iştir.

Pek çok kalıp ise hiç sözsüz olarak beynimize çakılıyor. Bunun başında ne yazık ki dayak olayı geliyor.
Büyüğünden dayak yiyen bir çocuğun aklında şu düşünce uyanır: " O benden büyük beni dövüyor.... Demek ben de benden küçükleri dövebilirim"
Özellikle aile içinde, sürekli olarak duygusal veya bedensel şiddete maruz kalan çocukları, yetişkinliklerinde dayak ve şiddet uygulama dışında bir başka yol düşünemez hale getiriyoruz.

Tabi tüm düşünsel kalıplar bu kadar kötü olmayabiliyor. Ama bana sorarsanız, iyi veya kötü olsun, her türlü düşünce kalıpları varlıkları nedeniyle zaten kötüdür.
Böylesi kalıplar ile dünyayı tanımaya anlamaya çalışan bir kişinin asla araştırıcı olması, dolayısıyla da kendini geliştirebilmesi mümkün değildir.

Bir sonraki yazımda tekrar bu konuyu sürdüreceğim...

6 Ağustos 2008 Çarşamba

ÖĞRENİLMİŞ DÜŞÜNSEL KATILIKLARIMIZ

-4-

Merhabalar,

Başlıktan da anlayacağınız gibi, ne yazık ki beynimizin üst katmanı, bir çok edinilmiş yanlış düşünce kalıplarının işgali altında.

Bu kalıplar, başta ailemiz olmak üzere, sırasıyla okul yaşamından, çevremizden, iş yaşamımızdan, kelimenin tam anlamıyla bombardman şeklinde beynimize giriyor.
Elimizde olmadan / farkında olmadan/ bu kalıpları ediniyoruz ve sonuçta da beynimiz neredeyse yolunu tümüyle bu kalıplarla belirler hale geliyor.

Oysaki düşünmek, sonuç çıkartmak, muhakeme etmek gibi pek çok yeteneğimiz var. Ama bu kalıplar nedeniyle bu yeteneklerimizi kullanmak, en hafif deyişle / zor/ geliyor.

Bu tembelliğimiz de bizim sosyal ilişkilerimizi çok fazla etkiliyor.
Sadece sosyal ilişkilerimizi değil, aynı zamanda beyin kapasitemizin de giderek zayıflamasına, geri çekilmesine neden oluyor.

Bir sonraki yazımda, bu edinilmiş kalıplarımızı örneklerle açıklayacağım.
Bu konuda bana sormak istediğüiniz sorularınızı e mail adresimden veya buradan yorum şeklinde ulaştırabilirsiniz..

Sağlıcakla kalın...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

YOGA MI?

-3-


Maillerinizi cevaplamakta zorlanıyorum. Ama biliniz ki, hepinize cevap vereceğim. Gecikmeli de olsa.
Yoğunlukla sorularınız düşünsel esneklik üzerinde yoğunlaşıyor.
Bir arkadaşımız da yogadan ne farkı var diye güzel bir soru sormuş.


Kendisine cevap gönderdim ama aynı cevabı buradan hepinize de duyurmak istiyorum. Çünkü bu gerçekten çok önemli bir nokta.


Bu durumu temel ilkesi açısından söylemek çok daha doğru olacaktır.
Yeryüzünde insanoğlunun ilk yaşamı başladığından bu yana, insanlar bulundukları ortamın, iklim, coğrafi koşullarına göre ve o bölgede bulunan yiyecek ve benzeri özelliklere, belli alışkanlıklar edinmişlerdir.
Örneğin ilk kez mandalina yemiş bir insanda mutlaka bazı reaksiyonlar oluşmuştur. ( aynen bir bebeğe ilk kez bir yiyeceği tattırdığınız zamanki, gibi). Daha sonra bu insanın bedeninde bazı maddeler salınarak mandalinaya karşı ( veya benzeri) alışkanlık gelişir ve bu alışkanlık yaratan maddeler, daha sonraki nesillere genler yoluyla aktarılır.


İnsanların sadece yeme içme değil pek çok benzeri alışkanlıkları da aynı bu şekilde genler yolu ile bir sonraki nesillere aktarılır.


Dolayısıyla, bir bölgedeki insanlara iyi gelen her hangi bir şeyin, bir başka bölgedeki insanlara da aynı etkiyi yapmasını bakleyemeyiz.
Tabi ki bu konuda istisnalar vardır. Ama istisnaların olması bu kuralı geçersiz kılmaz.


Konu ile ilgili olanlarınız bilirler ki, yoga gibi, meditasyon gibi uygulamalar, şifa yöntemlerinin ortaya çıktığı coğrafya uzak doğudur. Bunun nedeni, az önce de açıkladığım gibi, bu bölgedeki insanların, coğrafi yapı ve daha bir çok iklimsel özelliklerden kaynaklanan genel karakteristikleridir. Bunlar daha sonra nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.


Örneğin bir yogi, saatlerce aynı şekilde durabilir. Buna karşılık Akdenizli kanı taşıyan bir insanın bu şekilde uzun süre durabilmesi çok zor, hatta imkansızdır. Çünkü ikisi arasındaki karakter özellikleri, mizaçları açısından çok fark vardır.
Bu gün siz gidip de bir yogiye, " kendini iyi hissetmen için aerobik yapmalısın" deseniz, alacağınız yanıtı tahmin edebiliyormusunuz?
Muhtemelen size " benim kendimi iyi hissetmem için, geçmişi dört bin yıla dayanan, genlerime işlemiş geleneğim var. en iyisi sen kaç kendini kurtar" diyecektir.


İnanın bu cevapta da çok haklıdır.
Şüphe yok ki, bunun da istisnaları vardır. ama genel durum budur.


Bir sonraki yazımda sizlere, "peki ama o zaman biz kendi zihnimizi nasıl disipline edeceğiz, nasıl dinginliğe ulaşacağız" sorusunun yanıtını vereceğim.


Hepiniz sevgi ve sağlıcakla kalın...

3 Ağustos 2008 Pazar



-2-
Göstermiş olduğunuz ilgiye çok teşekkür ederim.

Gelen mail lerinizin hepsine elimden geldiğince çabuk bir şekilde yanıt vermeye çalışacağım...
Oluşabilecek gecikmeler için şimdiden özür diliyor, ve anlayışınıza sığınıyorum

Son gelen iki mail de de yanıtladığım bir soru öne çıkmış görünüyor.

Düşünsel esneklik nasıl oluyor?

Bu beynimizin gelen verileri işleyişi ile muhakeme ve sonuç çıkartması ile ilgili bir durum.
Ancak bedenimiz gibi ne yazık ki düşünsel yetilerimiz de, modern yaşamın etkisi altında. Kendi doğal düzeninde çalışamıyor.

Bunun en başta gelen nedeni ise, öğrenilmiş katı kalıplarımızdır.

Sabit fikir dediğimiz özellik, işte bu öğrenilmiş katı kalıplarımızdır aslında.

İleride sizlere bu konudaki fikirlerimi daha açık bir şekilde anlatacağım ama şimdilik sadece şu kadarını söylemek isterim ki, bu katı kalıpları kırabilmenin en kolay yolu, herhangi bir sabit fikrinizi fark ettiğinizde ( ki işin en zor kısmı bunları farkedebilmektir) farklı bir yaklaşımı aklımıza getirmek ve kendi kendimize " neden olması" diye sormaktır.

Bu sorunun yanıtı üzerinde de samimiyewtle durmak, eğer gene de ilk kararınıza geliyorsanız onu uygulamanızdır.
Ama burada yaptığınız bu yanıt bulma çabası sonucunda kazancınız, düşünsel esnekliğe doğru ilk ve en büyük adımı atmış olmanız olacaktır.

Denemeye değer değil mi?


Sevgi ve sağlıcakla kalın...





NEDEN DÜŞÜNSEL VE BEDENSEL ESNEKLİK


-1-

Merhaba değerli dostlar,

16 yıldır üzerinde çalıştığım esneklik programını sizlerle paylaşmak istedim...

Öncelikle, neden esneklik sorusunu yanıtlamam iyi olacak sanırım.

Hepimiz aslında biliriz ama nedense görmezden geliriz bu gerçeği, o da şudur ki, katı olan şeyler ne kadar güçlü gübü görünseler de çok çabuk zarar görürler, kırılırlar. Buna karşın esnek olanlar, ne kadar zayıf gibi görünseler de dayanıklıdırlar, kolay kolay zarar görmezler...

İnsan bedeni de doğuştan çok esnektir.
Tabi ki bunun nedeni, kasların, kemiklerin, eklemlerin hanüz tam gelişmemesidir.Zaman içinde,/ büyüdükçe/ bu gelişim tamamlanır ve bazı katılıklar ortaya çıkar.

Ancak, burada önemli olan şudur ki, bedenimizdeki tüm eklemlerimiz ve kaslarımız belli bir hareket kapasiteleriyle vardır.
Oysa ki modern yaşamın getirdiği hareketsizlik, eklemlerimiz, kaslarımız üzerinde ve buna bağlı olarak da tüm bedenimizde ve iç dünyamızda, olmaması gereken, bize zarar veren katılıklar oluşturur.

İşte bu katılıkların sonucunda da, boyun, bel baş ağrıları başta olmak üzere, daha pek çok rahatsızlıkla karşı karşıya kalırız.
Ve doğal olarak da doktor doktor dolaşıp derdimize çare aramaya çalışırız.

İşte dostlar, esneklik programı burada devreye giriyor.
Esneklik programının amacı, bedenlerimizi ve düşünsel yetilerimizi doğal esnekliğine yeniden döndürmektir.

Daha sonraki yazılarımda bunu daha açık bir şekilde sizlerle paylaşacağım...
Şimdilik hepiniz sağlıcakla kalın...