ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

15 Temmuz 2014 Salı





Bel ağrınız mı var?
Ya da daha doğru soru; bel ağrınız yok mu?
(sahi mi ;) )
Sürekli oturarak iş yapıyorsanız/çalışıyorsanız, arada bir, yukarıdaki resimdeki gibi gerinme ihtiyacı doyarsınız. Ama aslında bedenin germe ihtiyacı duyduğu kas (3) numaralı resimdeki kastır... o yüzden bu arasıra yaptığınız gerinme bir işe yaramaz...

Burada söz edeceğim bel ağrıları, fıtık, kayma vb. herhangi bir ortopedik durumun olmadığı hallerle ilgili...
Her bel ağrısı fıtık, kayma demek değildir çünkü...

Görünen o ki, insanoğlu çok çabuk iki ayağı üzerine kalktı... en zayıf bölgesi olan bel çevresi kasları henüz yeterince güçlenemediği için de, üst bedenini taşıyamadı ve hemen oturmaya başladı...
Evet, oturmak... Bel ağrılarımızın en başta gelen nedeni...
Buyurun, açıklaması burada...

Önce, bedenimizle ilgili temel bir ilkeyi hatırlayalım; “kapasitesi ölçüsünde, sürekli/düzenli/ kullanılmayan her kas/organ/ zaman içinde işlevini kaybeder/küçülür/ hatta tamamen işlevsiz kalır...
(2)

      Bu resimde çok net görünüyor ki, bel bölgemizde, kemik yapısı açısından sadece ve sadece omurgamız var... Oysaki pek çok yaşamsal organımız bu bölgemizde... Peki bu yaşamsal önemdeki organlarımız nasıl koruma altında?
      Kaslarımızla, yağ ve bağ dokularıyla elbette...
    1. Belimizin üzerinde kalan bölgemizin ağırlığı, altında kalan kısımdan çok daha fazla. Üstelik, ayaklarımızla yere bastığımız için, alt bölge ağırlığının büyük bir kısmı yer tarafından emilirken, üst bölgemizin ağırlığı tümüyle omurga ve çevresindeki kaslar tarafından sağlanmak zorunda...
      Kendi boyunuzda bir sopayı yere değdirin ve dimdik tutmaya çalışın... Dikkat ettiniz mi, en alt kısmından değil, refleks olarak orta kısmından müdahele ediyorsunuz dengede tutmak için... şimdi bu sopanın üst tarafına biraz ağırlık ekleyin... gördünüz mü, dengede tutmak daha da zorlaştı...
      Kısaca, bel bölgemizdeki kaslarımızı, kapasiteleri ölçüsünde ve eşit olarak güçlü tutmak zorundayız... Sadece karın kasları güçlü ise, beden öne doğru eğilmek ister (güçlü taraf çeker)... sadece sırt kasları güçlü ise, bu sefer beden, arkaya doğru eğilmek ister...

Evet artık net olarak biliyoruz ki, sırt, bel kaslarımız eşit olarak güçlü, ve işlevsel olmak zorundadır... bu da bu kaslarımızın sürekli ve düzenli olarak kullanılması demektir... aksi takdirde, mutlaka bedenimiz bir tarafa doğru eğilecektir...
(3)



      Şimdi bu resme bakın lütfen.
      Kırmızıyla gösterilen bu kasımızın ismi, psos minor... bel omurlarımızın başlangıç noktasından başlayıp, kalça eklemi hizasına bağlanıyor. Belin her iki tarafında da bulunuyor...
      İsmi pek lazım değil ama bel ağrılarımızın en başta gelen sorumlusu bu kasımız. ( zavallı kasımızın bir kusuru yok. Onu yeterince kullanmadığımız için bizler suçluyuz aslında :) )
      Resimde gördüğünüz gibi bu kas, ayakta durduğumuz zaman, düz/gergin duruyor. Yani çalışıyor. Fakat oturduğumuz zaman bu kas, kısalıyor/çalışmıyor...
      Eğer, ayakta durmaktan çok oturuyorsak, zaman içinde bu kasımız işlevini yitiriyor ve ciddi bel ağrıları ortaya çıkıyor.
      Demin sopa örneğini verdim ya, işte o sopayı dengede tutmak için elinizle müdahele ettiğiniz noktanın, bedenimizdeki karşılığı bu kas.
      Şimdi bu kasımızı nasıl en basit şekilde çalıştırabileceğimize bakalım:







Evet bu resimdeki hareketi günde bir kaç kez, düzenli ve sürekli olarak yapmanız sizi, bel ağrılarından kurtarabileceği gibi ileri yaşlarda oluşabilecek ağrı sorunlarının da önüne geçecektir.
Burada tekrar hatırlatıyorum, söz edilen bel ağrıları, fıtık/kayma gibi sorunların olmadığı durumlar için geçerlidir...

Sağlıkla... Sevgiyle...


12 Haziran 2014 Perşembe

Esneklik tamam da... önce esnetebilecek düşünceye sahip olmak gerek...
Tüketmeye odaklandık... hem de çabuk, çabuk...
Bir hız tutturduk gidiyoruz..
Oysa zaman dediğimiz kavram hep aynı hızda akıyor...
Biz, zamanın içinden geçip gitmeye çalışıyoruz...
İste tam da bu yüzden yorgunuz... hem de çok...

Bakalım tanıdık gelecek mi?
Sosyal medyada sadece resimden oluşan paylaşımlara bayılıyoruz...
Eğer resim yok da bir kaç satır yazı varsa, hadi, ona da razıyız... amaaaa uzun bur yazıysa, resim falan da yoksa tahammülümüz yok...
Neden?
Hala tahammül ediyor ve yazımı okuyorsanız devam edeyim... :) 
Çünkü düşünmeye üşeniyoruz. Uzun bir yazıyı okurken, arada durup, kendi fikirlerimizle karşılaştırmalı, veya doğruluğunu araştırmak için başka kaynaklara başvurmalıyız... böyle olunca ancak, bilgi edinebilir ve dolayısıyle fikir sahibi olabiliriz... 

İnsan zihni ve bedeni, birşeylere direnmek üzere prigramlanmıştır... direnç, güçlendirir, geliştirir, sağlıklı tutar...
Sadece resimlere bakıp, iki satırlık yazılara göz gezdirerek beynimizin düşünme, analiz edip, sonuç çıkartma mekanizmasını dirençsiz, dolayısıyla güçsüz bırakıyoruz...

Hani "koyun gibi" diyoruz ya... evet, doğru... koyunlarda analiz, sentez yeteneği yoktur... 
Peki bu yeteneğin olmamasıyla, olup da kullanmamak arasında ne fark var?

Düşünmeden okumak, analiz etmeden sonuçlar çıkartmak, sadece güncel olaylara anlık tepkiler vermek, hızlı trende seyahat ederken, manzara seyretmeye benzer... :)
Hiç bir iz, birikim bırakmaz...

21 Nisan 2014 Pazartesi



Kendine dikkat et...!
Olur...   ...da... :) 

Kendin” kim...?
Tanıyor musun?
Neyi, ne için yapar...?
Zihni nasıl çalışır...?
Neye ihtiyacı vardır...?
Bu ihtiyaçlarını nasıl bildirir...?

Sorular uzar gider...
Çağdaş insan, ne yazık ki kendisinden çok uzaklara düştü...
Kendi” adına yaptığını sandığı pek çok eylem, aslında, birilerinin “yap” dediği...
Kendisinden çok uzaklara düşmüş bu insan, artık öyle bir hale geldi ki, hangisi kendisi/nden, hangisi “yap” denilen bilemez oldu...
Bir de üzerine üstlük, para girince işin içine hepten karmakarışık oldu dünyası...

Para kolaylık(!) getirecek dendi ona...
Sen paradan haber ver, biz senin adına her şeyi yapıveririz...

Ver parayı, birileri senin sağlığına sahip çıksın...
Ver parayı, birileri senin nasıl besleneceğini düzenlesin...
Ver parayı, birileri seni güzelleştirsin...
Ver parayı, birileri seni zayıflatsın...
Ver parayı, birileri senin adına düşünsün...
Ver parayı, birileri ne yiyip ne içeceğine karar versin...

İyi de bu arada “sen” ne oldun...?
Nerelere kayboldun...?
Bir gün paran biterse yok mu olacaksın bu durumda?
Hem ömür boyu bunca parayı nereden, nasıl bulacaksın?
İşte can alıcı nokta bu...
Bu, “birileri” seni öylesine ele geçirdi ki, artık sen sadece para kazanmak zorundasın...
Onlar sana “hizmet” ediyor gibi görünüyor değil mi...?
Bi' düşün bakalım, kim kime hizmet ediyor...?

Sevigili arkadaşım, dostum, bir an önce “kendi”ni bir yerlerden bulup kurtarmak zorundasın...
Çünkü bu döngü bir girdap haline geldi ve sadece seni, insanı, hayvanı değil, tüm doğayı, dünyayı yok etmek üzere...
Nereden, nasıl başlayacağın konusunda zorlanabilirsin.
Hepsini, herşeyi bir anda yapamazsın elbette... Ama başla... En küçük bir ucundan başla...
Al eline kağıdı kalemi...
Başla yazmaya...
Şu an kendini nasıl hissediyorsun? Tam olarak neye ihtiyacın var? 
Eğer bir yerin ağrıyorsa, hemen ecza dolabına koşma, önce o ağrını dinle... Nasıl bir ağrı? Batma gibi mi, yanma gibi mi, noktasal mı yoksa yaygın mı, ne zaman başladı, ne yapınca başlıyor/bitiyor...? Bulmaya, hissetmeye çalış...
İşin içinden çıkamazsan bir doktora git... Göreceksin ki bu sefer, doktora öyle ip uçları verebileceksin ki tedavi sürecin hızlanacak...
Kendi dışındakileri her konuda, her işine burunlarını sokmasına ve bu yöntemle seni sömürüp, kendin olmaktan uzaklaştırıp, yönetimleri altına almalarına izin verme...
Bunu günlük olaylar içinde ayırt etmen zordur... Çünkü ne de olsa yıllardır bunu hep yapıyorlar ve bizi alıştırdılar...
Çaresi, düşünerek yaşamaktır... Başlangıçta her an, her saniye yapamazsın elbet ama ufak ufak test et karşındakileri... Birisi seni yönlendirmeye kalktığında bu, senin için alarm sinyali olsun... Hemen düşünmeye başla... Esas “sen” bu konuda ne düşünüyor? Nasıl davranır?
Bu yazıyı okuyunca, aklına benzeridaha pek çok sömürü tuzakları gelecektir, eminim... Bunlar üzerine düşün...

Önce “kendin”i bul...
Sonra kendine iyi davranmayı öğren...

Ve sonra, "birileri dedi diye değil, "kendin"i artık tanıdığın, bildiğin için saygı duy ve “kendine dikkat et”... :)


14 Nisan 2014 Pazartesi




Trapez kasları...
Bu kaslarımız belki de kendisini en çok ağrıyla hatırlatan kaslarımızdır.
İnsanoğlunun ilk zamanlarından beri, tehlike karşısında, başını omuzlarının arasına alma, koruma içgüdüsüyle ve heyecanlandığımız zamanlar gene aynı şekilde omuzlarımızı kaldırma refleksimiz nedeniyle neredeyse sürekli olarak kasılırlar...
Eğer bir kas veya kas gurubu sürekli kasılıyor ( veye esniyorsa) zaman içinde o kas veya kas gurubu işlevini yitirir...
Çünkü kaslarımız hem kasılıp, hem esnemek için programlanmışlardır...
Bu her iki hareketi de, dengeli olarak yaptığımız sürece ancak sağlıklı ve işlevli kaslara sahip olabiliriz.
Trapez kaslarımızın halk arasındaki adı stres kaslarıdır...
Ne kadar manidar değil mi? :)

Kendinizi şöyle bir sorgulayın, örneğin, son bir yıl içinde stresli ve stressiz dönemlerinizi bir karşılaştırın bakalım...
Amanın, tamam, tamam... Sormamış olayım... :)

Her an hatırlamakta yarar var; her duygusal tepkinin fiziksel bir dışa yansıması, her fiziksel hareketin de duygusal yansıması vardır ve bunlar sürekli bir birini izler...
Bazen önüne geçemediğimiz duygusal bir durumdan, dışa yansıması olan fiziksel durumu değiştirerek kurtulmamız mümkündür... Ya da tam tersi... Çünkü zihnimiz bizim en sadık hizmetkarımızdır. O, sorgulamaz, en basit haliyle durumu kabul eder, inanır...

Madem, trapez kaslarımız stresimizin, heyecanımız, korkumuzun yansımasıdır o halde bilinçli bir şekilde bu kasları gevşetmeyi öğrendiğimizde bu duygulardan uzaklaşmamız da mümkündür... Evet işte, tam da bu nedenle bu trapez/stres kaslarımızı nasıl gevşetebiliriz onu anlatacağım sizlere...

Yoğun bir günün ardından oturduğunuzda, birisi arkanıza geçip de bu kaslarınızı ovmaya başladığında nasıl da hepimizin yüzene bir glülümseme, rahatlama ifadesi yayılır bilirsiniz...
O anlık bir rahatlama hissetsek de aslında son derece kasılmış olan bu kasları ovmak çok yanlıştır. En basit anlatımla, zaten kasılmış, gerilmiş kas lifleri, çevresindeki sinirleri sıkıştırmış durumdayken (ağrının nedeni budur) bir de o kaslara ovmayla daha da baskı uygulanırsa, o sinirleri daha da çok tahrip olmasına neden olunur.
Yapılması gereken, çok yavaşça o kas gurubunu doğru şekilde germektir... Peki, bu doğru şekil nedir?

Bir iskemlenin ön kısmına oturun. Bir ayağınız arkada, diğeri önde olsun. Bu durumda sırtınız otomatik olarak düz (dik) olacaktır.
1) Sağ elinizle sol omuzunuzu tutun. Çok yavaşça omuzunuzu elinizin yardımıyla aşağıya doğru bastırın. Elbette canınızın çok fazla yanmasına izin vermeyin ama biraz acıyınca o noktada bir süre durun ve yavaşça serbest bırakın... Bunu bir kaç kere tekrarlayın...
Aynı uygulamayı diğer tarafınıza da yapın.

2) Daha sonra tekrar sağ elinizle sol omuzunuzu tutun ( diğer kolunuz aşağıya doğru serbestçe sallansın)tekrar omuzunuzu elinizin yardımıyla aşağıya doğru bastırın. Bu durumda durun ve sağ kulağınızı, sağ omuz başınıza değdirmek ister gibi, çok yavaşça sağa doğru eğin. Bunu yaparken asla çenenizi aşağı bastırmayın...Eğebildiğiniz kadar eğin ve gerilimin arttığını hissettiğiniz noktada en az 15 sn. kadar durun ve yavaşça serbest bırakın... Tabi aynısını diğer tarafa da uygulayın...
Bundan sonraki aşama,
      1. 1 ve 2 numarayı tekrarlayın ve son noktadayken çenenizi çok yavaşça göğsünüze doğru( aşağıya) indirmeye çalışın) Bunu çok dikkatli ve çok yavaş yapmalısınız. Geldiğiniz son noktada tam da en çok kasılmış ( halk arasında kulunç denilen) noktanın gerildiğini hissedeceksiniz...Burada da 10/ 15 sn. Bekleyin...
        Bu 1- 2- 3 numaradaki hareketleri günde on dakika sırasıyla yaparsanız, trapez kaslarınız gevşeyecektir. En önemlisi de, bu kaslar gevşeyince, zihniniz rahatladığına, korkmadığına inanacaktır...

24 Mart 2014 Pazartesi


Paylaştığım yazılarıma en sık aldığım karşılıkların başında " iyi de nasıl yapabiliriz?" veya " çok denedim ama bir türlü sürdüremedim" geliyor...
Bu son derece doğaldır...
 
Herhangi bir değişim ancak, KENDİLİĞİNDEN olursa kalıcı ve yararlı olur...
 
Benim yazdıklarımı o anda, birebir uygulamak zaten hiç bir işe yaramayacaktır. Bu çok açıktır.
 
Olması gereken, zaten zihnimizin, bedenimizin kurtulmaya çalıştığı konular üzerinde düşünmektir.
 

Bir örnekle açıklayayım; diyelim ki sürekli sırt ağrınız var. Bunun tıbbi yönden bir nedeni ve çaresi de bulunamadı. Muhtemelen yanlış duruş veya yanlış hareketlerden kaynaklı bir ağrı. Burada bunun için, her gün yapılması gereken bir hareket önerdim diyelim. Siz de o hareketi, ilk heyecanla, o an yaptınız... Muhtemelen çok da rahatladınız diyelim... Ama bir kere yapmış olmakla, beyninizin en üst katmanına, yanlış olarak kazınmış bir kötü alışkanlığı henüz kıramadınız ki...
Bunu kırmak zaman alacaktır.
Yeter ki üzerinde düşünün. Arada sırada da olsa deneyin...
Hissettiğiniz rahatlama, zihninizin o ağrıdan kurtulmak için size gönderdiği sinyalleri duymanıza ve bir süre sonra da KENDİLİĞİNDEN zaten o hareketi yapmaya başlamanıza yol açacaktır... 
 

16 Şubat 2014 Pazar

BEDEN DİLİ TUZAĞI



İnsanlarla iletişim kurmak aslında sanıldığı kadar zor değil...
Yeter ki hesap kitap olmasın, kandırmaya meyil olmasın...
O zaman zorlaşıyor iletişim..

Şimdi beden dili uzmanları belirdi, biliyorsunuz...
İnsanlara koçluk yapıyorlar ve beden dilini öğretiyorlar...
Bu bana o kadar komik geliyor ki... ve de acıklı...

Komik, çünkü beden dili denen olgu zaten kendlliğinden ortaya çıkar. Öyle ya, size birisinin sindirim sisteminin çalışmasını öğretmesine ihtiyaç var mı? Ya da böbreklerinizin süzme işlemini öğrenmeye ihtiyacınız...? Bilgi olarak öğrenin de, bilmeseniz de onlar çalışacak...

Acıklı... Çünkü, kandırmaya yönelik bir çaba... aslında ...mış gibi yapmanız öğretiliyor bu çalışmalarda...

İyi, güzel, diyelim ki ...mış gibi yapmayı öğrendiniz. Birisiyle karşı karşıya geldiniz. Durumdan hiç memnun değilsiniz. Ama dayanmak zorundasınız ve sıkıldığınızı belli etmemek zorundasınız. Kollarınızı kavuşturmaz, o kişiye doğru hafifçe eğilir, sözlerinin arasında ufak sorular sorarsınız... vb. Bunlar size öğretilenler...
İyi de bir de karşınızdakine sormalı, bunlara inandı mı?
Yoksa sizin sıkıldığınızı fark etti mi?

Yukarıda saydığım bütün "sıkılmama" hareketlerini tam olarak yapsanız bile karşınızdaki sıkıldığınızı gene anlar...
Çünkü asla, sıkıldığınızda ( ya da yalan söylediğinizde) göz bebeklerinizin büyümesini, dudak ve burun kenarlarınızın hafif de olsa seğirmesine engel olamazsınız...
İşte bu belirtiler karşıdakine aynen ulaşır.
Belki bilinç düzeyinde bunları adlandıramaz ama bilinç altı " bu senden sıkıldı" der...

Kısaca doğru, içten iletişim kurmak istersek hiç zor değil ama işin içine gizleme, saklama, yalan girince zorlaşıyor... Ne kadar gizlemeye çalışsak da yine de karşımızdaki tarafından algılanıyor...

7 Şubat 2014 Cuma

DİK DURABİLMEK- ÖZGÜRLEŞMEK






Dik durmak...
Fizyolojik olarak da, ruhsal olarak da epey zorlanılan bir duruş...
Beden-ruh bütünlüğü açısından bakınca, birisi olmadan öteki olmaz zaten. Oluyorsa da ...mış gibi olur ve kişi kendisini kandırır ancak. Çünkü dışarıdan bakan/gören göz, adını koyamasa bile o, ...mış gibi hali anında hisseder...

Fizyolojik olarak, günlük, sürekli tekrarladığımız hatalı hareketler sonucu omurgamızın deformasyona uğraması ve bu durumu düzeltmekle ilgili günlük, basit alıştırmaları bir sonraki yazıma bırakıyorum.

Şimdi, daha çok ruhsal dik duruşa bir bakalım istiyorum.
Her şey bebekliğimizde nasıl bir çevrede, nasıl etkilerle yetiştiğimize bağlı. Eğer, ensenize vurularak sevildiyseniz (ki, zihniniz bunu “ her enseme vuran beni seviyor” olarak kayda geçirir), sürekli olarak kendi fikirlerinizi söylemeniz engellendiyse, sizin “hayır” demenize sorgusuz sualsiz engel olunup, dikkate alınmadıysa ve bunun gibi çevrenizdeki büyükler(!) tarafından kendiniz olmanız engellendiyse ne yazık ki zihniniz tüm bunları, “ büyük(!) ler hep haklıdır, sana düşen kayıtsız şartsız itaattir” olarak kaydeder.
Bu şartlarda yetişen bir kişinin kendisi olabilmesi, fikirler geliştirip, savunması, yerinde ve gerektiğinde hayır diyebilmesi, kısaca dik durabilmesi mümkün değildir...

Peki, hiç birimiz içinde yetişeceğimiz kişileri, ortamı seçme hakkına sahip olmadığımıza göre ve böylesi talihsiz şartlarda yetişti isek bu, sonsuza kadar böyle mi sürecek?
Hayır...
Değişmek pek kolay olmasa da mümkün...
Yeter ki dik duramama halinizden kurtulmak isteyin...
Bütün mesele budur...
Bu değişim kararınız, muhtemelen pek çok kazanım(!)lardan vaz geçmeniz anlamına gelecektir. Bu kararınız aslında dik durma kararı değil, bir türlü dik duramayıp, sürekli büyüklerin(!) dediğini yapmanız sonucu elde ettiğiniz maddi kazançlardan, eğildiğiniz sürece sırtınızın sıvazlanmasından, egonuzun poh pohlanmasından vazgeçme kararınızdır...
Bunlardan vaz geçmeye karar verdiyseniz, sırtım sıvazlanmasın, ben kendime yeterim, o kazançlar olmasa da olur, egomun pohpohlanması bana hiç bir şey katmıyor ki diyebiliyorsanız samimiyetle o zaman zaten %50 oranında dikleşmeye başladınız demektir... İşte, zor dediğim kısım bu...
Bundan sonrası daha kolay... Çok fazla okumak, kendinize ait fikirler geliştirmek, bunları çevrenizle tartışmak, mutlaka kendinizi iyi hissettirecek bir ilgi alanı bulmak ve onun üzerinde çalışmak...

Bu geçiş dönemini ne kadar yumuşak yapsanız da başlangıçta o büyük(!)lerden tepki göreceksiniz...
Bunun değerini bilin. Çünkü, her direnç, direneni de, direnileni de güçlendirir.
Size karşı tepki gösterenlere anında cevap vermek zorunda değilsiniz. O an onların bu tepkisini işlevsiz olduğunu kanıtlamak zorunda da değilsiniz. Bazı durumlarda susmak en etkili karşı koyuştur, unutmayın...

Bu geçiş döneminde “başarı” kelimesini sözlüğünüzden çıkartın. Sadece “yapın”... Bırakın başarı veya başarısızlığınızı başkaları adlandırsın...
Evet özellikle adlandırmak dedim. Çünkü bu tip sıfatlar gizli bir ruhsal sömürü aracına dönüşebilir kolaylıkla... Oysa sizin amacınız sömürüden kurtulmaktı değil mi? Başarının sizin için hiç bir önemi olmadığını başkalarına gösterebildiğiniz zaman, onların ellerinden bu sömürü silahını almış olursunuz...
Bütün bu çabalarda aslında size düşen, ilk adımı atmaktır. Gerisini içgüdüsel savunma mekanizmanız getirecektir kendiliğinden...
Hiç unutmayın ki, insan zihni, kendisine ait olmayan, zarar veren her türlü durum, hareket, hastalık vb.den zaten kurtulmak ister.
İnsan ruhu özgür doğar ve öyle yaşamak ister.

Sevgiyle... Sağlıcakla... Özgürce... 


21 Ocak 2014 Salı

HIZ- TELAŞ





"Zaman ne çabuk geçti...”
Offf! günler geçmek bilmiyor...”

Hadi, itiraf edin bu ve benzeri sözleri sizler de çok sık kullandınız ve kullanıyorsunuz...
Siz hiç, bir yılın 250 günde tamamlandığını gördünüz mü? Ya da, 400 günde...? :)
Zaman hep aynı hızda akıyor aslında... Mesele bizim algımızda...
Peki bu algımız neden bu kadar değişken?
Elbette duygularımızla ilgili. Sadece bu düzeyde kalırsa hiç de kötü bir şey değil.

Ama bunun dışında “çağdaş” olarak nitelenen dönemde ciddi boyutta bir hız söz konusu. Adete bir şeyleri önümüzden alıvereceklermiş de biz de yakalama peşindeyiz gibi bir koşturmaca tutturmuşuz gidiyor...
Üstelik bu koşturmaca içinde, yaşama dair öyle güzellikleri ıskalıyoruz ki... Bu nedenle bir depresyon salgını da aynı hızla yayılıyor.

İyi de ne yapmalı o zaman?
Öncelikle hızlı hareket etmekle telaşlı olmayı birbirinden ayıralım. Hızlı hareket etmek çoğu zaman gerekli oluyor, bu tamam. Ama telaş hali başka bir şey. Telaşın içinde, endişe, az ya da çok hırs vardır. Ama en önemlisi akıl ve mantık çok nadiren görülür, ya da hiç görülmez. Hızlı hareket ederken ise aklımızı, mantığımızı hala kullanabiliriz oysa...
İşin içine endişe girince gerilim başlar. Aynı şey hırs için de söz konusu elbet. Gerilim başladığında bedenimizdeki stres hormonları derhal devreye girer.
Hep söylediğim gibi bu hormonlar bize “kaç” ya da “savaş” emrini verir. Yani “hadi orada durup durma, bak biz kanının çoğunu bazı organlarından çektik, kaslarına yükledik, yani harekete geçmen için yakıtını depoladık” der... İyi de pek çok zaman harekete geçemeyiz, şartlar uygun olmaz. İşte o zaman bu yakıt deposu içimizde patlar ve bize en büyük zararı verir. Bu duruma stres diyoruz. Bu stresler birbiri üzerine geldikçe, buyursun majesteleri depresyon... :)
 Her konuda olduğu gibi telaşlı olma halinden de bir anda kurtulmak mümkün değildir. Çünkü ne olursa olsun, zihniniz bu hale alışmış ve ona göre kendi şartlarını oluşturmuştur.


İlk başta yapılması gereken, gerektiğinde hızlı olmak ama telaşlı olmamaya zihnimizi ikna etmektir.
Peki bu nasıl olacak?
Basit, eğer bir konuda hızlı hareket ediyor ve o anda bir yandan da akıl yürütemiyor, düşünemiyorsanız, sanki rüzgarın önündeki yaprak misali savruluyorsanız mutlaka aklınızı mantığınızı devreye sokmaya çalışın. Eğer bunda zorlanıyorsanız hızlı değil, telaşlısınız demektir.

İkinci bir öneri, zaman zaman doğanın ritmini gözlemleyin. Bir tohum hiç bir zaman büyüyüp, ağaç olmak için telaş etmez. Bunun bir zaman içinde olacağını adeta bilir ve sakin sakin büyür.
Güneş de doğmak için asla telaşlı değildir.
Kendinizi doğaya bıraktığınızda buna benzer o kadar çok örnek göreceksiniz ki...
İşte bu görüntüler görsel hafızanıza kaydolur ve zaman içinde zihninizi ikna eder...

Bir üçüncü önerim ise, her duygu durumunun bedensel yansıması ilkesine dayanıyor. Telaşlı olduğumuzda bedenimiz, adeta ileri fırlayacakmışçasına öne doğru eğim gösterir... Siz bilinçli olarak duruşunuzu değiştirirseniz, yani bedeninizin ağırlık merkezini hafifçe geriye, topuklarınıza doğru almayı alışkanlık haline getirirseniz, zaman içinde gereksiz telaş halinden kurtulursunuz.
Çünkü her duruşun, zihnimizde bir duygu karşılığı vardır. Siz hafifçe geriye doğru durmaya başladıkça zihniniz “demek ki yavaşlamalıyım” diyecektir...
Sakin günlere... sağlıcakla...

19 Ocak 2014 Pazar

HAFIZAMIZA GÜZELLİKLERİ YÜKLEMEK...





Hafızamıza kayıtlar, görsel işitsel ve tekrarlarla oluşur.
Ama ilk ve en kalıcı olanı görsel yoldan olan kayıtlardır.

Size bir örnek vereyim: ,ilk kez karşılaştığınız bir insanı düşünün. Eğer yüzünde çok dikkat çekecek bir özellik yoksa, ondan ayrıldıktan sonra aklınızda, görüntü olarak gözleri ve ağız çevresi kalacaktır... Yani hareket eden kısımlar... Örneğin burnu veya kaşları dikkat çekecek şekilde bir özellik taşımıyorsa asla hafızanızda yer almayacaktır... Çünkü onlar hareket etmez ve böylece dikkatinizi de çekmez...
Bu nedenledir ki karşılaştığımız insanlara gülümsemek, arada çok daha sıcak ve içten bir bağ kurulmasına neden olur...
Bu insan doğasının önemli bir özelliğidir...
Pek çoğumuz bu ve benzeri özelliklerimizi yaşarız ama ne olduğunu, nasıl olduğunu hiç merak etmeyiz...

Ama ne yazık ki çağımızın “yaşam korsanları” yani, kapitalizmi tek yaşam gerçeği olduğunu( hatta neredeyse bir din mişçesine tapınarak) savunanlar bu tip doğal özelliklerimizi derhal çözüyorlar. Televizyonlardaki reklamlar buna en güzel ve an masum(!) örnektir...

Elbette bu yöntemi her zaman bu kadar masum şekilde kullanmıyorlar.
Sadece görüntüler sunarak bile, bütün toplumun ruhsal durumunu kontrol edebilmek mümkündür...

Sizlere önerim, lütfen kendinizi kötü hissettirecek, korkutacak, içinizi acıtacak görüntülerden olabildiğince uzak durun... Örneğin sosyal medya sayfanızda bu tip görüntüleri paylaşmayın. Bu elbette yaşanan vahşetlerle mücadele etmemek anlamına gelmez. Siz gene uygun gördüğünüz mücadelenizi yapın ama görsel öge kullanmayın.
Buna karşın, sık sık çok hoşunuza giden, kendinizi iyi hissettiren görüntülere doya doya bakın. Sadece gerçeğini görmeniz gerekmez, bir fotoğraf bile olabilir. Yeter ki kendinizi iyi hissettirsin.
Ayrıca bu görüntülere sadece bakmayın, içinizden o görüntüyü yorumlayın, bütün ayrıntılarını tek tek görün... Böylece zihninizde, kendinizi iyi hissettirecek bir deponuz oluşur...

6 Ocak 2014 Pazartesi

SEVMEYİ BAŞARABİLDİĞİMİZDE...






Sevmeyi, sadece karşı cinse duyulan romantik bir duygu olarak görmek ne büyük bir yanılgı...

Sevmek, içinde içtenliği, katıksızlığı ve mutlak olarak karşılık beklememeyi barındıran bir duygu/davranış halidir.
Sevmek bir eylemdir. Yani, aktif bir kavramdır. Öyle oturduğunuz yerden “seviyorum” demek, sevmek değildir.
Katıksız, içten ve karşılık beklemeden vermeyi, yani sevmeyi başarabildiğimizde, zihnimizdeki pek çok kavramı da harekete geçirmiş oluruz.
Beklentilerimizi akıl ölçülerine indirebiliriz. Bir çok konuda “az”ın yeterliliğini, değerini anlarız. Bu, hayal kırıklıklarını önler... Kendimizden kaynaklanan hayal kırıklarını ne kadar azaltırsak, yaşamın zorluklarına karşı direncimiz de o oran da artar. Çünkü enerjimizi boşa harcamamış oluruz.

Karşılık beklemek derken, sadece “bugün ben sana, yarın sen bana” değildir... Sürekli alkış/onay bekleme hali de karşılık beklemektir.
Doğaya da bir başka gözle bakabiliriz. Örn; dağın başında, hiç kimsenin olmadığı bir yerde, ayağına ip dolandığı için uçamayan bir kuşu görüp, onu o ipten kurtarıp, uçmasını sağladığınızda içinize dolan mutluluğu kimsenin alkışlamasını beklemeden içinizde, doya doya yaşayabiliyorsanız, evet, siz gerçek sevgiyi yaşıyorsunuz demektir.

Katıksız ve içtenlik bir derece ama karşılık beklememek çok da kolay değil. Çocuğunu çok sevdiğini sürekli dile getiren bir annenin bile aklının bir köşesinde, “ büyüyünce bana bakacak” düşüncesi varsa, o sevgi hasar almıştır. Oranı ölçüsünde, bir tür yatırıma dönüşmüş artık...
Sadece fiziksel, bedensel durumların değil sevmek gibi kavramların da yaşanma şekli, küçüklüğümüzden başlayarak, görerek öğrendiğimiz ve eğer üzerinde düşünüp kendimizi sorgulayıp değiştirmediğimiz takdirde, genlerimize işleyerek, bir sonraki nesillere aktaracağımız bir miras haline gelir.
Kısaca, sevmek, sevgiyi yaşamak, sevgi toplumu oluşturabilmek, doğayı, insanı, her şeyi sevgiyle sarıp sarmalamak öyle bir kaç sözcükle, kırmızı kalplerle ortaya konabilecek kadar basit değildir...
Bu yazımı okuduktan sonra, belki birkaçınız üzerinde düşünecektir... Belki, bir şeyleri yanlış olduğuna karar verip değiştirmenin bir yolunu arayacaktır... Bu kişilere bir önerim var, yılların alışkanlığını, yanlış dahi olsa bir anda değiştirebilmek pek kolay değildir. O zaman yapabileceğiniz çok basit bir şey var; bir hayvan beslemek... Kedi, köpek, kuş vb. Ama sadece mamasını suyunu vermekten söz etmiyorum.
Onu izleyin. Her türlü zihinsel kalıplarınızı, insani duygularınızı bir kenara bırakarak izleyin, anlamaya çalışın...
Çünkü onlar, bizlerin başaramadığı gerçek sevgiyi biliyorlar, yaşıyorlar, gösteriyorlar...

 

5 Ocak 2014 Pazar

SADECE GÖZLERİNİZİ KULLANARAK HAFIZANIZDA GÜZEL BİR ALBÜM OLUŞTURABİLİRSİNİZ

 


Siz hiç, makine olmadan, sadece gözünüzle fotoğraf çektiniz mi?

Şimdi bu da nereden çıktı demeyin...

Gelin birlikte düşünelim...

Önce insanoğlunun medeniyet, gelişme adı altında, sözüm ona hayatı kolaylaştırmak için nasıl kendi öz yetilerini makinelere, türlü mekanik düzenlere devrettiğini, kullanılmaya kullanılmaya bu yetilerin nasıl yok olduğunu düşünmek gerek...
Hani sağlık da sağlık diye her an kafamıza vurulan kavram var ya; işte bu kavram ancak bütün(beden), bütün olarak korunduğunda bir anlam kazanır. Yoksa, “şunu ye, bundan uzak dur”, “bilmem hangi vitamini kullan, saçın dökülmesin”, “yürüyüş yap ki zayıflayabilesin” vb. önerilerin tümünün altında ne yazık ki insanın bütünlüğünü korumak değil, sadece birilerinin cep sağlıkları(!) var...
Yaşamı kolaylaştırmaya çalışmak bir derece makul karşılanabilir. Ama her şeyi makinelere veya para karşılığı birilerine devretmek, insanın pek çok yeteneğini yok eder ve o insanın bütünlüğünü, dolayısıyla direncini, sağlığını bozar...
İnsan bedeni, yaşamın zorluklarına karşı durabilmesi için yaratılmıştır...
Bu konu çok uzun.
Şimdi sadece yok olmak üzere olan bir yetimizi nasıl geliştirebileceğimizi anlatmak istiyorum.
Evet, gözümüzle (makine kullanmadan) nasıl fotoğraf çekeriz.
Herhangi bir görüntünün karşısında durun. O görüntüye tümüyle odaklanın. Bütün ayrıntılarını tek tek hafızanıza kazımaya çalışın. Eğer bunu sesli olarak yaparsanız (fısıltıyla dahi olsa) ayrıntıları daha net olarak zihniniz kaydedecektir. Çünkü, sadece görsel değil, kendi sesinizi duyduğunuz için işitsel hafızanız da devreye girer.
Ayrıntıların tümünü belirlediğinizden emin olunca gözlerinizi kapatın. Tıpkı deklanşöre basmışınız gibi. Gözleriniz kapalıyken o görüntüyü zihninizde canlandırmaya çalışın. Ayrıntıları tek tek yerli yerine koyun... Bu bir kaç dakikanızı alacaktır...

Başlangıçta kendinizi zorlamayın. Çünkü böyle bir denemeyi ilk kez yaptığınız için, zihniniz, alışık olmadığından, çabuk sıkılıp, bir dahaki sefere size karşı çıkmak ister... Onun suyuna gidin. Bir direnç oluşturmasına izin vermemek için sıkıntı hissettiğiniz anda denemeyi bırakın...
Nasılsa göz sizde, hafıza sizde, istediğiniz zaman tekrar denersiniz...

İyi de bu ne işimize yarayacak diye bir soru gelebilir aklınıza. Cevap basit, hafıza, dikkat, odaklanma yetilerinizi güçlendirecektir. Özellikle güzel bir manzara ya da çok hoşunuza giden, sizi mutlu eden bir kaç fotoğrafı zihninize nakşelederseniz, sıkıntılı bir anınızda, gözlerinizi kapatıp zihin albümünüzdeki görüntülerden birisini seçip, doya doya onu seyrederek, kendinizi rahatlatabilirsiniz...