ESNEK BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİ İLE BEDENİNİZDEKİ GERİLİMLER AZALIR, KASLARINIZ, EKLEMLERİNİZ, OMURGANIZDAKİ AĞRILAR DA ORTADAN KALKAR

8 Kasım 2011 Salı

TOPLUMSAL BAĞIŞIKLIK



Uzun bir dönem arabesk müzik ve beraberinde ona uygun yaşam tarzıyla duygularımızla oynandı... Devlet el atmaya bile kalktı: "acısız arabesk" icat etti... Ne komikti o çabalar. Temelsiz, anlık önlemler kişiler için mazur görülse de devletlere hiç yakışmıyor. Zaten unutuldu gitti. 
Ama toplumsal bilinçaltımız, bir acizlik örneği olarak kaydetti bunu. Bu tür kayıtlar, net olarak dile getirilemese de, zihinlerdeki devlet kavramını zayıflatır.

Zaman içinde bu yapay akım duruldu, bir kaç gölgesi dışında bir şey kalmadı. 
Uluslar, aynı insan bedeni gibidir, kendine ait olmayanı, kendisine zararı olanı reddeder, yok eder. Bu zaman alır elbette. Ama eninde sonunda olur. Aynı beden gibi, toplumun bağışıklık sisteminin gücü büyük etkendir bu savaşımda.

Ama ulusların duygularını yönlendirerek hizaya getirmek çabaları bitmedi, bitmeyecek… 

Dünyanın hâkimi olmaya soyunmuş, temelsiz, pek çok ulusun kaçakları, suçluları, maceraperestlerinin “ata”larını oluşturduğu bu ülke, yani, Amerika,  böyle yollar bulmakta pek mahir. Çünkü yapısı gereği, pek çok ulus özelliğini barındırıyor içinde… Ama nedense o ulusların baskıcı, olumsuz yanlarını harmanlamış.

Şimdi ülkemizde, duygularımızla oynama, yönlendirme konusunda dizi filmler revaçta. Bir yandan, dizilerde, tecavüz, saldırganlık, dövüş, entrikaları nefesimizi tutarak izliyoruz. Diğer yandan, 13 yaşındaki bir kız çocuğuna, 26 erkek/imsi ( insan/ımsı) nın tecavüzü karşısında yargıtayın “kendi rızası ile” gibi akıl almaz, ne bilimsel, ne insani hiçbir dayanağı olmayan bahanesiyle suç indirimini onaylamasına cılız birkaç ses dışında sus pusuz.

Bu da geçecek… Aynı arabesk uyutması/ağlatması/ gibi…

Ama toplumsal bağışıklığımız giderek zayıflıyor. En büyük tehlike budur.

Bedenin bağışıklığı, gıda, genetik kodlar, aşılar, doğa vb. ise toplumların bağışıklıkları da kültür, /gerçek/ sanat, çağa ayak uydurarak yenilenmiş gelenekler, insani özelliklerin korunması ve en önemlisi yukarıda söz ettiğim toplumsal bilinçaltındaki tortulardır. Bu tortular güveni zaafa uğratır.
Bu açıdan bakınca, toplumsal bağışıklığımızın neden zayıfladığını görürüz.

Bir sonraki yazımda toplumsal bağışıklığımızı güçlendirmek için ne yapılabilir üzerinde fikirlerimi paylaşacağım.
Sağlıkla, sevgiyle…


22 Ekim 2011 Cumartesi

GERÇEK HAYVAN/ DOĞASEVERLER BU YAZIMI DİKKATE ALMAYINIZ!



Bir kez daha bu konuda yazmak zorunda kalmak benim için çok yaralayıcı. Ama bunu bir görev biliyor ve tekrar yazıyorum.


Hayvanlar, özellikle insanlara yakın, onlarla birlikte yaşayan hayvanlar, yaşam zincirinin en zayıf halkası olarak görülüyor. Zalim, merhametten yoksun, içindeki öfkeyi, aklınla değil, kaba güçle ortaya koyabilen zavallı insanlar açısından bu durum böyle… Oysa bir bilseler, bir köpeğin sezgi gücü kendilerininkinden 400 kez daha fazla… Bir kedi patisini yalayarak temizler, oysa insan bir sefer ayakkabısının altını yalasa, muhtemelen enfeksiyondan ölür… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
 
1) insanoğlunun tek bir davranış modeli vardır. Şöyle ki: yüreğinde gerçek sevgiyi barındıran, hayvanı da, eşini çocuğunu da, komşusunu da, vatanını da sever. Bu sevgi gerçek değil de, yatırım amaçlı, göstermelik, aidiyet duygusunun tatmini amaçlı ise, çok tehlikelidir. Çünkü herhangi bir konuda “seviyor/muş” gibi görünürler ama asla yürekleri titremez. Rüzgâr tersten estiğinde, anında çok acımasız bir hale dönüşebilirler.
Bu gibi insan/ımsı/ lar, komik bir şekilde, kendi hemcinslerini kandırmayı becerebilirler. Ama bu yalancı sevgileriyle asla bir hayvanı kandıramazlar. Kim bilir belki de bu “tür” lerin hayvanlara karşı gizliden besledikleri öfke de bu yüzdendir.


2) Aidiyet duygusu insanoğlu için çok önemlidir. Bir ulusa, bir yere, bir guruba, bir topluma, vb.
Aynen köpekler gibi, insanlar da sosyal varlıklardır. Bu yüzdendir ki, sosyalleşemeyen insan/ımsı/ların içinde giderek çoğalan bir öfke birikir. Asosyalliğinden dolayı kendine güveni olmayan kişi, bu öfkesini, kendinden daha zayıf gördüğüne yöneltir. Ona göre zayıf olan bir kedi, köpek yavrusu olabilir ki başlangıcı hep böyledir. Ama sonradan bu öfke kardeşine, eşine, çocuğuna, topluma yönelir. Bir kediye eziyet eden birisinin içinde “sevgi” yoktur. Bu kişi ne kadar bayrağımı, vatanımı, eşimi, çocuğumu seviyorum dese de bu yalandır. Sadece bu saydıkları tarafından ( umutsuzca) kabul görme arzusundadır. Çünkü insanlık değerlerinden yoksun oluşu, onu hiçbir ortamda kabul edilmemesine neden olur.


3) Geleneksel terbiye sistemimiz ne yazık ki bu tür insanlar yetiştirilmesine uygun ortam yaratır. Çocuğunu kafasına vurarak sevmek, Sözüm ona şaka olarak küfürle sevgi sözcükleri bir birine karıştırmak vb. “sen sus, küçükler lafa karışmaz” denilerek, kendi fikirlerini ortaya koyup, doğru, yanlış olduğunu test etmesi imkanı elinden alınır. Böylece de kayıtsız şartsın büyüklere( kendinden güçlüye) itaat öğretilir.
Böylece de, evinde babasına, okulda öğretmenine, iş yerinde patronuna, sonrada ülke yönetimindekilere ( kendisi seçtiği halde) kayıtsız şartsız itaat ederler. Artık kendine ait fikri yoktur. Olsa bile, beynine kazınmış olan “sen sus” sözcükleri onu durdurur. Bu şartlarda yetişmiş insan, içgüdüsel aidiyet duygusunu tatmin etmek için her kapıyı çalar. Her kapıda da bukalemun misali o kapının ardındakilere benzer görünme gayretine girer. Gerçek insani değerlere sahip olmayıp, sadece … mış gibi yaptığı için de bir türlü o kapılar ona açılmaz. Tüm bunların yarattığı öfkeyi de “can yakarak” çıkartmaya çalışır.
Katillerin, teröristlerin, suç makinelerinin geçmişlerini araştırırsak bu tür bir geçmişle karşılaşırız.


************** **************


Çocukluğundan itibaren, sevgi+ disiplinle yetişen, fikirlerini özgürce söyleyebilen, yanlış dahi olsa asla ceza görmeyip, sadece doğruyu bulması için yol gösterilen, doğayı tanıyıp, onun küçük bir parçası olduğu bilincine sahip olan, sevginin en insani özellik olduğunu anlayan hiçbir kimse, “can” a zarar vermez. Ne, insana, ne topluma, ne doğaya, ne ülkesine, ne ulusuna…


Hayvan severleri, “ülke bu halde siz kedi köpek derdindesiniz” diye suçlayanların büyük çoğunluğu ne yazık ki bu aidiyet duygusundan yoksun kişilerdir. Hayvan severler, sadece hayvanı değil, içlerindeki gerçek sevgi ile, ülkesini de ulusunu da, doğayı da sever ve onlar için sürekli bir şeyler yapar…  


Hiçbir gerçek hayvan/doğaseveri sadece klavye başında göremezsiniz. Onlar dağlarda, aç hayvanları doyurur. Mola anında, hangi yoksul öğrencilere, nasıl yardım yapılacağını planlar. Ülkesindeki tüm olaylara vakıftır ve gereğinde gene sanaldan değil gerçek ortamda tepkisini ortaya koyar. Çünkü onlar, aynen hayvanlar gibi yaparlar… 
Sadece sanal ortamda atıp tutmazlar. Çünkü onların aidiyet sorunları yoktur.
Çünkü onların yürekleri sevgi doludur. 
Öfke barınmaz bu yüreklerde.

9 Eylül 2011 Cuma





Canım MEKS imi meleklerin yanına gönderdikten sonra, çok fazla mesaj aldım. Tüm dostlarım, sağ olun var olun.
Ama bu arada, " şu kadar şehit veriyoruz, sen köpek derdindesin" diyenler de oldu.
Birincisi, bir olaya üzülmek, bir başka olaya üzülmeyi, onun için bir şeyler yapmayı engellemez.
İki, burada, her konudaki tüm düşüncelerimizi aynen paylaşmak gibi bir zorunluluk yok. İsteyen, istediği konuyu paylaşır. Bu, hiç bir zaman diğer konularla ilgili olmadığını göstermez.

 HAYVAN/DOĞA SEVER OLMAK, ASLINDA GERÇEK İNSAN OLMAKTIR...

Ülkemizde ve tüm dünyadaki sorunların altını biraz kazıyınca, altından /insanlıktan uzaklaşmak/ yattığını görürsünüz.
Bakın bir kaç örnek; Lidyalılar parayı bulduklarından sonra yüzyıllar boyu sadece bir değişim aracı olarak kullanıldı. Ama sonra giderek, güç, iktidar simgesi oldu ve ne olursa olsun, nasıl olursa olsun para sahibi olmak mübah oldu.
İşte o zamandan sonra, önce sevgi, yok oldu. Peşinden, insani olan vicdan, merhamet, insaf gibi özellikler yok oldu.
Kim ne derse desin, çağımızın dini, paradır artık.
Bunun için savaşlar, katliamlar/insan, hayvan, doğa demeden/, oluyor.

Nevil Shut isimli yazarın KUMSALDA adlı romanını öneriyorum.Romanda, nükleer savaş sonrasında, Avustralya nın güneyinde, küçücük bir kasabanın dışındaki tüm dünyada yaşam sona ermiştir. Bu kasabadaki insanlarında çok az zamanları vardır. Bu vahim durumda ilk yaptıkları nedir biliyor musunuz? Parayı ortadan kaldırırlar. Çünkü tüm bu felaketin onun yüzünden olduğunu anlamışlardır. Ama çok geçtir artık.

Yeryüzünde az da olsa, hala daha doğal yaşamlarını sürdüren insan gurupları var. O insanlarda, medeni(!) hastalıkların pek çoğu görülmüyor.


Örneğin, obezite, alzheimer, M.S, A.L.S, vb.
Çünkü bunlar, medeniyetin(!) yarattığı, doğadan uzaklaşmanın getirdiği hastalıklardır.


Bu nedenlerle emperyalizm denen canavara karşıyım.
Tez zamanda, doğadaki gerçek yerimizi bilmek ve oraya dönmek zorundayız.
Bu konuda en güzel yol göstericileri, hayvanlardır. Çünkü onlar, bizi insan olmaktan çıkartan hesapların, kin, nefret gibi duyuların peşinde değillerdir. Onlar sadece yaşamdaki kendi rollerini oynarlar. An'ı yaşarlar. Sevgiyi, bilmezle, YAŞARLAR...

Vahşi dediğimiz hiç bir hayvan, bir başka hayvanı, derisinden cüzdan yapmak için öldürmez.
Hiç bir hayvan, zevk olsun diye yok etmez.
İnsan hariç.





İnsan olmanın özünde, en önemli ( ama ne yazık ki yitirilmiş) özellik, üretmektir.
O nedenle, çocuklarımıza üretmenin önemini, doğanın sadece KÜÇÜK bir parçası olduğumuzu, her canlının doğada bir görevi olduğunu, hiç bir canlının, bir diğerinden üstün olmadığını, her canlının, sadece "var" olduğu için saygı değer olduğunu, SEVGİ'NİN en önemli iletişim aracı olduğunu öğretin.
Bunu sözlerinizle yapamazsınız. İsterseniz saatlerce nutuklar çekin. Olmaz...
Bunu ancak, önce bizlerin, ta içimizde hissedip, yaşamımıza geçirmekle başarabiliriz.



TÜM CANLILARIN DOĞAL YAŞAMA HAKKINA SAYGIYLA, SEVGİYLE...

19 Ağustos 2011 Cuma

Kuantum vs.

Son yıllarda çığ gibi büyüyen kendine yardım,kişisel gelişim kitapları, kafaları iyice karıştırıyor gibime geliyor.
Bir takım kişiler ortaya çıkıyor ve zaten yaşadığımız, deneyimlediğimiz olayları, farklı ve çarpıcı kelimelerle açıklıyor.
Pek çok kişi de bu yazıları adeta bir yol haritası yerine koyup, kayıtsız şartsız peşine takılıyor.
Bu durum, bana, bu kişilerin aidiyet konusunda ve yaptıkları, yapmadıklarını, verdikleri  kararları, vb. hakkında bir türlü emin olamayıp, bunları oturtacak bir öğreti arayışı içinde olduklarını düşündürüyor. 
Amacım kimseyi suçlamak değil. 

Çağımız insanı aslında pek çok yönden ortada kalmış durumda. Çünkü, bir yandan gelişen ( ben buna büyüyen demeyi tercih ediyorum) teknoloji, sanal ortamın birebir insan ilişkilerinin yerini alması, böyle olunca da, herhangi bir konuda sanal iletişim sonucunda içlerinde oluşan duyguları bir türlü boşaltamamanın getirdiği birikimler...
Yanı sıra, doğadan, yani  özümüzden kopmamız...
Tüm bunlar, deyim yerindeyse, ayağımızın altındaki zemini yok ediyor ve sonuçta boşlukta kalıyoruz.

Ayrıca, bire bir ilişkiler, karşınızdakinin gözünün içine bakabilmek, en önemlisi dokunmak...
Kısaca, bizi biz yapan, şekillendiren, çevreden kopuyoruz. Bu kopuş bir süre sonra boşluk duygusu yaratıyor ve arayışlar baş gösteriyor.

Adına kuantum deyin ya da başka bir isim seçin, ne derseniz deyin bizler doğanın bir parçasıyız. Hepimizin doğuştan gelen pek çok yeteneği var. Ne yazık ki farkında değiliz ve zaman içinde bu farkındalıktan daha da uzaklaşıyoruz. Bu sırada karşımıza birisi çıkıp, alengirli bir isim altında, durumumuza ayna tutunca, o isim altındaki verileri yol haritası haline getirmemizde şaşılacak bir şey yok.
Peki o alengirli ismi bulan kişi kim?
Bizden ne farkı var?
Kuantum veya benzer isimler altında sunulan olgular, bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış insanlar tarafında zaten biliniyor, uygulanıyordu. Şimdi bu tip isimler altındaki fikir alış verişleri zaten olanın ortaya konmasından başka bir şey değil.
Hep verdiğim örnekte olduğu gibi adına " perspektif" denmeden önce, perspektif yok muydu? Vardı tabi ki. Sadece birisi çıkıp isimlendirdi o kadar. Günümüzde kuantum ya da benzeri paylaşımların da bundan farkı yok. Bu ve benzeri sunumların asılları, bizde, içimizde var zaten. Sadece tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyorlar.
Size küçük bir örnek, günümüzde kuantum adı altında sunulan verileri, bundan 9 yıl önce başladığım kitap taslağımda aynen yazmıştım. O zamanlar ( en azından ülkemizde) kuantum diye bir şey yaygın değildi. Belki sadece çok meraklı bir kaç kişi tarafından duyulmuştu.

Demek istemem o ki, hepimiz, öncelikle kendimizi tanırsak, zihnimizin işleyiş kurallarını keşfedersek, fiziksel olarak da bedenimizi tanımak için azıcık gayret edersek, zihnimiz ile bedenimizin aralarındaki etkileşimi fark edebilirsek, kendi yol haritamızı, kendimiz oluşturabiliriz.
En önemlisi de, kendi haritamızı kendimiz oluşturduğumuz zaman, kendi sorumluluğumuzu üstlenmiş oluruz. İşin özü budur.

Bu tip öğretilerin peşine takılan kişilerin ortak özelliklerinden biri de kendi sorumluluğunu üstlenmek konusundaki çekingenlikleri. Herhangi bir şekilde olumsuz bir durumla karşılaştığımızda, başkasını  suçlamak çok kolaydır. Oysa kendi kendimizi suçlamak, durumu analiz etmek, bir sonuç çıkartmak ve gerekiyorsa kendimizi affetmek çok zordur.
Siz siz olun, kendi yol haritanızı oluşturmak için gayret edin. Bunun için de şu andan itibaren kendinizi/ insanı/ keşfetmeye çalışın. Bunu bilgisayar başında yapamazsınız ne yazık ki. 

Üzgünüm fazlasıyla ısıttığınız koltuğunuzdan artık kalkmak zorundasınız.

Seviyle, sağlıcakla...



5 Ağustos 2011 Cuma

"ZAMAN", DEĞİŞİM DEMEKTİR


Evet, zaman, değişim demektir. Bizler istesek de istemesek de zaman geçiyor ( değişim sürüyor) 
Gönderdiğiniz yorumlardan ve maillerden anlıyorum ki, benden çoğunlukla istediğiniz, beden hareketleri önermem. "Hatta zayıflamaya yönelik olursa daha da makbule geçer" gibi bir niyet gizli.
Arada bir, çok basit düzeyde bunu yapıyorum ama beden egzersizlerinin mutlaka bir gözetmen eşliğinde yapılması gerekir. Çünkü, insan hareket yaparken hatalarını göremez, hissedemez. Bunu, ancak karşıdan bakan bir göz görebilir.
Ayrıca, aşırı kilolar, duruş bozukluklarına bağlı ağrılar, kullanılmayarak, zayıf düşen kasların yarattığı iskelet sistemindeki deformasyonlar, sadece hareket yapmak düzelmez.
Hep tekrar ettiğim gibi:
 
Beden, bir bütündür. 
Zihni bedenden, bedeni zihinden ayıramazsınız.

Düşüncelerinizi, esnetemezseniz, asla esnek bir bedene sahip olamazsınız.
Esnek bir düşünce ve bedene sahip olmak demek, hem düşünsel, hem bedensel olarak dayanıklı olmak demektir.
Esneklik programı üzerinde çalışmaya ve bu çalışmalarımı paylaşmaya başladıktan sonra şunu fark ettim ki, zihindeki değişimler, hareketlerimize, hareketlerimizdeki değişiklikler zihinsel faaliyetlerimize yansıyor.
Ama en zor olan, zihinsel yaklaşımları değiştirebilmek.
O nedenle blogumda, önceliği düşünsel esnekliğe veriyorum.

"Zamanı dolu dolu yaşamak" sözü çok duymuşsunuzdur.
Ama hep, yaşamı gülüp, eğlenerek, hiç bir konuyu dertlenmeden yaşamak anlamında kullanılıyor.
Bu çok yanlış.
Neden mi?
1) Çevrenizde bu tarz yaşan kişilerin, gerçekten hiç bir konuyu dertlenmediklerinden emin miyiz? Ben, değilim.
2) Bu tazı benimsemiş kişilerin ağzıdan en sık duyduğumuz sözlerden birisi de " zaman su gibi akıp geçti" dir.
Oysa zaman ne su gibi akar, ne de yavaşlar. O hep aynı hızda geçer. Onu bize yavaş ya da hızlı gelmesi, içini nasıl doldurduğumuzla ölçülebilir.
Peki içini nasıl dolduracağız?
Kişisel gelişim kitaplarının yaptığını yapmayacağım ve bu sorunun, pratik uygulamabilir Bir kaç çözümünü paylaşacağım.
Zamanı dolu dolu yaşamak demek, düşüncelerinizle, yaptıklarınızın aynı hızda olması demek.
Kısaca, her ne yapıyorsanız, tümden ona odaklanmak, başka hiç bir şey düşünmemek demek.
Bu çok zor, biliyorum. Ama imkansız değil.
Bunu bir anda yapabileceğinizi düşünmüyorum. Ne de olsa yılların alışkanlığı var. Ama küçük değişikliklerle başlamak mümkün.

Öncelikle "kalıplarınızın" dışına çıkmakla başlayabilirsiniz.

Örneğin, evinizde her zaman oturduğunuz koltuktan başka bir yere oturmaya başlayın. 
Bunu ilk yaptığınızda, bir anda evinizi çok farklı bir açıdan görecek ve belki bazı değişiklikler yapma ihtiyacı duyacaksınız.
Bir başka örnek, Evinize geldiğinizde, anahtarınızı hep aynı yere mi bırakıyorsunuz?
Bu sefer farklı, hiç olmadık bir yere bırakın.
Ertesi gün, evinizden çıkarken, ister istemez o an kafanızda her ne düşünce varsa, onu bir kenara bırakıp, anahtarınızı bulma peşine düşeceksiniz.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bir sonraki yazımda bu konuyu sürdüreceğim. 

Sevgi ve sağlıcakla...



2 Ağustos 2011 Salı

ESNEKLİK PROGRAMI